14 Şubat 2011 Pazartesi

Kaz Dağları...

O gece her ikisi de hiç konuşmadan yemeklerini yediler, rakılarını içtiler... Kadın yorgun olduğunu söyleyip izin istediğinde otel sahibi "önce bir kahve içmeliyiz" dedi... "Ellerimle pişireceğim kahveyi; lütfen siz şezlonglara geçin" dediğinde kadın karşı gelemedi... Masadan kalktı ve şezlonga doğru birkaç adım attı; ama oturamadı. Karşısında artık simsiyah gözüken bir deniz, kafasının üstünde bir yerlerde kendisine göz kırpan ay ve ağaçların yapraklarından gelen hışırtı... Ve bu sessizliği bozan O'nun ayak sesleri... İçeriden fısıltı şeklinde gelen müzik bir anda değişti; İncesaz yerini Sting'e bıraktı, Desert Rose çalıyordu... Birkaç adım daha attıktan sonra, ağacın altındaki banka oturdu ve Sting'in o muhteşem sesini dinlemeye koyuldu. O sırada, otel sahibi elinde 3 fincanla birlikte kadının yanına geldi. "Neden banka oturdunuz? Şezlongda daha rahat edersiniz" dediğinde hiç cevap vermeden tepsiden fincanını aldı ve "teşekkür ederim" dedi. Gece bundan daha güzel, bundan daha sessiz olabilir miydi? Kahvesini bitirdi, otel sahibine teşekkür etti ve yavaş adımlarla odasına doğru yürümeye başladı. Hala konuşmamışlardı. Yine o ayak seslerini duydu; arkasından geliyordu. Merdivenleri çıktı, anahtarı kilide yerleştirdi ve çok yakınında bir nefes hissetti: "artık hiç mi konuşmayacağız?" Kadın cevap vermedi, odasına girdi ve arkasına dönmeden kapıyı kapadı. Üzerindekileri alelacele çıkardı, pijamasını giydi ve şöminenin karşısındaki koltuğa kıvrıldı. Eline yarım bıraktığı kitabını aldı ve boş boş sayfaları çevirmeye başladı. "Artık hiç mi konuşmayacağız?" bu soruyu beyninden atamıyordu. Oysa en çok konuşmak isteyen oydu, neden konuşmadı ki? Neden? Gün ağarmak üzereydi ve gözünü kırpmamıştı bile... Ama uykusu da yoktu. Kalktı, kettlede kendine su ısıttı, bir fincan kahve iyi gelecekti. Balkonun kapısını açtı ve dışarı çıktı. Ayaz kendini daha az hissettiriyordu. Yan balkona gözü ilişti, ama hiç konuşmadı. İçeri girip fincanını aldı, koltuğu kapının yanına çekti ayaklarını uzatıp kahvesini içmeye koyuldu. Yürümeliydi, ağaçların arasında ayakları takıla takıla yürümeliydi. Kahvesini içti, üzerine eşofmanlarını çekti ve kendini dışarı attı. Otel sahibiyle karşılaştığında kuru bir "günaydın" demekle yetindi ve yürümeye başladı. Herhalde 2 saat boyunca indi, indi, tırmandı, tırmandı... üstü başı çamur içinde kalmıştı, her yeri ağrıyordu ama hiç de önemli değildi. Ruhu arınmıştı. Odasına girdiğinde şöminenin alev alev yanan haliyle karşılaştı. Oysa çıkarken şömine yanmıyordu. kendini duşa attı ve sıcak suyun altında gözlerini kapatarak durdu, durdu, durdu... Bir anda bir melodi duydu; "Sound of Silence"... "Allah Allah bu ses de nereden geliyor?" diye düşündü. Çıktı, havlusuna sarındı... Buhar olmuştu bütün banyo. Kapıyı açtığında melodi daha da yakınlaşmıştı. Balkon kapısı açıktı, ve balkonda birisi vardı. Yavaşça temiz giysilerini çantadan çıkardı, alelacele üstünü giydi, ve balkona çıktı. Bir taburede sırtını duvara yaslamış oturuyordu. Bir anda söze girdi "farkında mısın biz seninle olduğumuz süre içerisinde hiç sevgililer gününü kutlamadık" dedi; kadın sessiz kaldı. İçeriye girip kendine bir fincan kahve yaptı, "ben kahvaltıya iniyorum" dedi; kahvesini eline alıp odadan çıktı. Evet ya biz hiç sevgililer gününü kutlamamıştık, biz hiç doğumgünü de kutlamamıştık, hiçbir özel günü kutlamamamıştık hatta... Saatine baktı, tarihi görünce gülümsedi. Bugün 14 Şubat'dı... Mis gibi kokan çayın yanında kıpkırmızı domatesler, ama yamuk yumuk, bir sürü yeşil ot, yeşil mi siyah mı rengini bir türlü kestiremediği zeytinler, üzerinde minik mor topların bulunduğu kurutulmuş kekik ve keçi peyniri... Diğer yanda, köylülerin yaptığı ayva, vişne, limon reçelleri... Acıktığını hissetti. Otel sahibi masasını hazırlamıştı; hemen çayını koydu ince belli bardağa... Fırından çıkmış sıcacık ekmekler masaya geldiğinde O da aşağı inmişti artık. Kuru bir günaydından sonra kahvaltıya başladılar. Ve yine hiç kimse konuşmadı. Otel sahibi sessizliği bozdu ve sordu "bu gece de kalacaksınız değil mi?"... Düşünmemişti, kalabilirdi, gidebilirdi... Sessizliği adam bozdu, "kalıyoruz" dedi... Kadın konuşmadı... İçinden ne sevinç çığlıkları atmak geliyordu, ne de ağlamak istiyordu... Kahvaltısını bitirdi, masadan kalktı, "içine çekmek lazım" dedi ve şezlonglara doğru yürüdü... Kitabını eline aldı ve okumaya başladı. Hayat çok güzeldi, güneş içini ısıtıyordu. Daha ne isteyebilirdi ki? Arada yanına gelen otel sahibinin getirdiği ıvır zıvırları yedi, kahveleri içti ama hiç kimseyle konuşmadı. Akşam üzeri olduğunda üşüdüğünü hissedip odasına çıktı, şömine yine alev alevdi. Üstüne bir kazak aldı, bere, eldiven, kaşkol herşey tamamdı. Tam odanın kapısını açtığında balkon kapısında O'nu gördü. "Konuşmayacak mıyız?" dedi adam ve sonunda cevap verdi; "konuşmak istemeyen sendin ben konuşmak istedikçe... ya şimdi ben konuşursam ve sen yine susarsan?" Kadın tüm korkularını dile getirmişti sonunda...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder