28 Mayıs 2011 Cumartesi

Paketler

Eve vardıklarında 5 kat merdiveni bir sprinter hızıyla çıkmış; Gönül Hanım'ın dairesinin önünden geçerken kapıdaki terracota vazodaki çiçekleri yere devirmişti. Murat arkasından koşuyordu; ama nafile, Derin çoktan kapısını açmıştı bile.

Gürültüye Gönül hanım dışarı çıkmış, Murat'ı karşısında görünce "Döndü mü?" diye sormuştu. Murat başıyla cevap vermekle yetinmişti.

Murat'ın arkasından Gönül Hanım da basamakları yavaş yavaş çıkarak Derin'in dairesine gelmişti.

Derin deli gibi Meriç'in verdiği paketi arıyordu. İndirmedik dolap, kaldırmadık eşya kalmamıştı ama bulamıyordu.

Kapının önüne bıraktığı paket geldi aklına ve hemen onu alıp salona girdi. Sehpanın üzerindekileri elinin tersiyle itip, pakedi parçalayarak açtı.

Pakedin içinden çıkanlara anlam veremedi: Küçük boy bir sandık içinde kırmızı bir kese, kırmızı kese içinde bozuk paralar, küçük bir kavanozda güneş gibi parlayan turunç reçeli, mor kadife mücevher kutusu içinde gümüş bir yüzük, minik bir sepet içinde sarı güller, nasıl olmuşsa hala taptaze, file kese içinde midye kabukları, hala deniz kokuyor, sararmış bir zarf ve zarftan çıkan bir not "önce bu paketi açacağını biliyordum"

Murat'a baktı; "bilmiyorum" anlamında başını salladı; Gönül Hanım'dan medet umdu ama O'nun da cevabı aynı oldu.

"Murat, o paketi Meriç bana cafede vermişti, nerede olabilir?"

"Bilmiyorum ki; o gün o kadar çok paket gelmişti ki kargaşa içinde hepsini açmıştık."

Murat gözlerini kapadı ve düşünmeye başladı.

"Hadi Cafe'ye gidiyoruz, Gönül Hanım beni yalnız bırakmayın lütfen"...

Gönül Hanım zaten saatlerdir Derin'in ortaya çıkmasını bekliyordu; bir şekilde O'nun mabedine göz kulak oluyor bir taraftan da haberi aldığı andan beri Aras ve Derin için dua ediyordu.

"Derin, kızım şunları sandığa kaldıralım ve yanımıza alalım. Sanki gizemli bir oyunun içine çekiliyormuşuz gibi geliyor"

Derin gözleriyle onayladı, hemen hepsini çıkardığı sırayla sandığa kaldırdı; odasına gidip üstündekileri çıkarıp bir eşofman giydi. Banyoya geçip aynada bir an kendine baktı: "Derin kendine gel, Aras iyileşecek ve gözünü açtığında seni bu halde görmemeli"... Saçı başı dağılmış gözleri şişmişti. Tekrar odaya döndü giydiği eşofmanları çıkarıp daha düzgün birşeyler buldu giymek için. Yüzünü yıkayıp, biraz allık sürdü, Aras'ın parfümünü sıktı, artık hazırdı.

Gönül Hanım'la Murat Derin'i gördüklerinde gözlerine inanamadılar, sanki özel bir davet gidiyormuşcasına özenli giyinmiş, hafif bir makyaj yapmış ve parfüm sürmüştü.

"Hadi gidelim" diyerek hep birlikte evden çıktılar.

15 dakika sonra Cafe'ye varmışlardı. Koşar adım içeri girdiğinde soluk soluğaydı; çalışanları üzgün gözlerle bakıyordu O'na.

Odasına girmiş, dolabın içindekileri boşaltmaya başlamıştı bile Emre içeri girdiğinde.

"Derin?"

"Emre?"

"Gece İstanbul'a geldim, sabah annen arayıp haber verdi, iyi misin?"

Derin olanlara inanamıyordu, annesi çıldırmış olmalıydı, aşık olduğu adam ölüm döşeğindeyken annesinin aklına eski kocasını aramak gelmişti. Ve tesadüf bu ya, eski koca İstanbul'a döneli daha 12 saat bile olmamıştı.

"Emre, şimdi seninle uğraşamam, bir paket arıyorum. Murattt, bulamıyorum paketi sen de etrafa bak."

10 dakika sonra "buldum" diye bir çığlık geldi içeriden, Derin sesin geldiği yeri kestirmeye çalışırken Gönül hanım'la aşçıbaşı mutfaktan çıkıyorlardı.

"Mutfak mı? Haydaaa"

Hemen barın üstünde diğer paketi biraz önce parçaladığı gibi bunu da parçalamaya başladı.

Bunun içinden de yine bir sandık çıktı.

"E yok artık!" dediğinde Murat çoktan kapağını açmış ve içindekileri çıkartmaya başlamıştı: Bir anahtar, bir kese içinde şeffaf misketler, keten bir beze sarılmış ekmek kırıntıları, seramikten yapılmış iki kırmızı kafalı mantar, boş bir cüzdan, bir asma kilit, ve bir taş ev fotoğrafı...

Derin titremeye başlamıştı, Murat kolundan tutup Chesterfield kanapeye oturtmuş, garsonlardan biri elinde kahve fincanları dolu bir tepsiyle yanlarına gelmişti.

"Votka ver bana" dedi Derin sert bir ses tonuyla...

"Zarf yok mu içinde?" Murat hayır anlamında başını salladı.

"Olmalı, bir yerlerde bir zarf olmalı" diye defalarca tekrarladıktan sonra oturduğu yerden fırlayarak odasına gitti, çekmecesindeki herşeyi yerlere fırlattı ve aradığını buldu. En başından beri o zarf oradaydı, ama Derin şu ana kadar o zarfı açmaya cesaret edememişti.

"Gözlerinde kaybolduğum, kadınım, aynen bu sırayla gideceğinden o kadar emindim ki, çünkü bugüne kadar en sonda yapman gerekenleri hep yolun başında yaptın. O kadar sabırsızdın ki, yolun sonuna vardıktan sonra başa dönmeyi akıl ettin.

Bu mektubu yazalı ne kadar oldu bilmiyorum, üzerindeki tarihten sen çıkaracaksın ne kadar zaman geçtiğini.

Hayatımın anlamı olduğunu, o gece kapımdan içeri girdiğin anda anlamıştım. Uzun süre bunu kendime dahi itiraf etmemek için didindim durdum. Sonra bir sabah dolabımdan üstüme giyecek birşeyler çıkarırken lacivert deri ceketini buldum. Elime aldığımda cebinde birşey olduğunu fark ettim, üzerinde adım yazan bir zarf ve zarfın içinde mini bir anahtarlığa tutturulmuş anahtarlar. Notta "ruhumun ve kalbimin anahtarlarını gün gelecek sana teslim edeceğim" yazıyordu.

İşte o an gerçekle yüzyüze geldim, sana zarar veriyordum.

Şimdi sandıkların içindekilerin ne anlama geldiğini merak ettiğini biliyorum, yüzünde her zamanki uysal meraklı ifadeyle bir bu satırları okuyorsun bir de karşında duran sandıklara bakıyorsun.

Herşeyin bir sırası var. Biraz uzun bir yol ama bana bu yolda eşlik edeceğine eminim.

Son doğumgünümde ne yaptığını hatırlıyor musun? Ben hatırlatayım; sen seninle tek başına bir kadeh şarap eşliğinde benim doğumgünümü kutladın ve ben benimle tek başıma uzaktan seni izledim. Attığın her adımda aslında hep arkandaydım. Ve sen, o kadar fütursuzca hareket ediyordun ki, farkına bile varmıyordun. Ya Emre'nin sende kaldığı gece, ona ne demeli... Biliyordum bir gün Emre yine sahneye çıkacak ve yatağına girecekti, o gece olduğu gibi."

Herkes nefesini tutmuş Derin'i izliyordu; Emre içeride sigara yasağı olmasına rağmen birini söndürüp diğerini yakıyordu.

"Hayat çok garip Derin. Bugüne kadar zamanlama ile hep sorunum oldu, ya bir adım öndeydim zamanın ya da bir adım gerisinde. Hiç çakışmadım doğru zamanla. Bir gün kapım çalındı ve karşımda anneni buldum. Elinde bir kutu çikolata ile karşımda duruyordu. Gülmeye başladım, sen de görsen kopardın gülmekten. 'Sana rüşvet vermeye geldim, düşündüm taşındım seni ancak bir kutu çikolata ile kandırabileceğime karar verdim. Git Aras, kaybol ortadan.' diyerek elime kutuyu tutuşturdu ve gitti. O gün karar verdim, gidecektim. Hemen bir çantaya üç-beş eşya koydum, arabaya atladığım gibi Kaz Dağları'na doğru yol aldım. Mesut, Mustafa, Asiye bana iyi gelecekti. Ta ki, sen orada da karşıma çıkana kadar. Artık bunun geri dönüşü olmadığını anlamıştım. Kader senden kaçmaya çalıştıkça seni karşıma çıkarıyordu. Ne rakı şişeleri, ne esrar, ne iş güç beni durdurmuyordu. Kendime daha çok zarar verirsem, senin benden nefret etmeni sağlayacaktım. Onu bile beceremedim.

O gece Mesut'la karşılaştığımda beni tek kurtaracak kişinin O olduğuna o kadar emindim ki, hastaneye geldiğimizde kendimi tamamen bırakmıştım. Verdikleri ilaçlar beni uyutuyor, bedenim temizleniyor ama ruhumdaki gel-gitlerde hiçbir şekilde eksilme olmuyordu. Yorulmuştum aynı senin gibi.

Gerçekten gitme vakti gelmesine rağmen gidemeyeceğim için elimde kalan son kozu oynamaya karar verdim.

Derin, gidiyorum ben. Sandıkların içindekilerin üzerlerinde çok küçük yazılmış numaralar göreceksin. Sırayla takip et onları. Seni bana getirecek, belki bedenime uzanamayacak ellerin, belki sesimi duyamayacaksın, ama sana kavuşmam ancak bu şekilde olacak.

Gözlerinde kaybolduğum, kadınım, son bir kez seni yıkamama izin verdiğin için beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam...

Issız Adam'ın"

Derin göz yaşlarına hakim olamıyordu. Son bir kadeh votkayı dikti ve "Murat, beni hastaneye götür" dedi.

Tek başına...

Kendine geldiğinde odada yalnız olduğunu fark etti. Kalkıp balkon kapısını açtı ve temiz havayı içine çekti. Sırılsıklamdı terden; biraz önceyi düşündü.

Rüya mıydı yoksa gerçek mi? Kendini garip bir oyunun içinde hissediyordu hala; ama bundan kendini kurtarmalıydı. Duşa attı kendini; önce buz gibi soğuk suyla buluşturdu bedenini. Biran nefesi kesilir gibi oldu, ama sonra soğuk suyun tüm benliğini temizlediğini hissetti. Bir tür arınma yöntemiydi O'nun için.

Odadan gelen telefon sesine aldırmadan uzun bir süre suyla sevişti. Duştan çıkıp havlusuna sarındığında telefonundaki cevapsız çağrılara gözü ilişti; Mesut 2 kere aramıştı, annesi 2 kere, Murat 5 kere... "Hayırdır inşallah? Murat bu saatte neden 5 kere arasın ki; hem de patronsuz yaşamın keyifini çıkarıyorken?"

"Once annemi aramalıyım" diyerek telefonu eline aldı ve daha annesinin numarasını ararken telefon çaldı.
"Neredesin sen? Bir saattir telefonuna cevap vermiyorsun? İyi misin? Neredeyse yola çıkacaktım";

"Anne bir nefes alsan diyorum; buradayım olan birşey yok; gece biraz huzursuz uyumuşum ve son 1 saattir duştayım".

"Ohh ben de birşey oldu sandım?"

"Ne olabilir ki anne? Kaz Dağları'nda beni ayılar mı yiyecek sandın? hahahahh"

"Derin ne zaman döneceksin? Yetmez mi bu avarelik, cafe seni bekliyor"

"Anne nasihat vermek için aradıysan yanlış zaman. Bir kaç gün sonra İstanbul'da olacağım merak etme"

"Derin bugün dön istersen"

"Anne dur birisi arıyor, ben seni sonra ararım".

"Murat ne var? Deli gibi beni aramışsın"

"Derin ne zaman dönüyorsun?"

"Noluyor size ya, önce annem, şimdi sen. Murat orada birşeyler mi dönüyor? Cafe'de birşey mi oldu?"

"Yokk, hani ne zaman dönüyorsun diye merak ettim"

"Murattttt, saçmalama, merak etmek başka birşey 1 saat içinde 6 kere aramak başka birşey; söyle yoksa dönünce kapının önünde bulacaksın kendini".

"Tamam merak etme birşey yok, seni özledim o kadar, hadi sonra görüşürüz"

Derin boş gözlerle etrafına bakmaya başladı, birşeyler dönüyordu ama ne? Hemen üstüne bir pantalonla gömlek geçirdi; ayakkabıları elinde odadan fırlayıp merdivenleri ikişer ikişer inerek bahçeye koştu.

"Mesut nerede çocuklar?" Çalışanlar boş gözlerle bakıyordu Derin'e. "Ya noluyor söylesenize? Mesut nerede? Aras nerede?" O sırada bir araba sesi duyuldu; Asiye ile Mustafa'ydı gelenler.

"Ya Asiye abla son bir saattir herkes bir garip davranıyor, annem, Murat, bunlar.. ne oluyor Allah aşkına? Mesut'la Aras da yok ortalarda"

Mustafa abi çocuklara kahve yapmasını söyledi, bir de Derin için kahvaltı hazırlamalarını istedi. Hepsinin suratı allak bullaktı, sonunda Derin çığlığı bastı "Neeeeee? Ne oldu hepinize yaaa? Sanki ölü görmüş gibisiniz, yüzünüz bembeyaz sesiniz çatal çatal çıkıyor, biri bana burada neler döndüğünü söyleyecek mi?"

O sırada kahvesi gelmişti; koca bir yudum alıp "Asiye abla buradaki en aklı başında kişi sensin, lütfen ne olduğunu söyler misin?"

"Aras" diyebildi Asiye. "E ne olmuş Aras'a" "Bir kaza yaptı" diyebildi sadece.

Derin donmuştu... Mustafa koluna girerek sedire oturttu ve saçlarını okşamaya başladı. İçinden ağlamak geliyordu ama bir anda kahkahalara boğuldu "hahahahahaha şimdi anladım, Aras kaza yaptı Mesut O'nun yanında ve İstanbul'daki herkes kazayı biliyor bir ben şimdi öğreniyorum, ya siz benimle dalga mı geçiyorsunuz, dalga mı geçiyorsunuz??"

"Tamam Derin sakinleş, anlatacağım neler olduğunu. Sen uyuduktan sonra Aras Mesut'un anahtarlarını alıp çıkıp gitmiş. Arabanın sesini duyunca Mesut telefona sarılmış, ama Aras açmamış. Mesut da senin arabayı alıp peşine takılmış. Yaklaşık 1 saat sonra hızla girdiği virajı alamayınca Aras şarampole yuvarlanmış" diye nefes almadan olanları anlattı Mustafa.

Derin boş gözlerle dinliyordu Mustafa'yı, daha doğrusu dinliyor gibi gözüküyordu ama olanlara anlam veremiyordu. Sabaha karşı birisi O'nu boğazlamaya kalkmıştı, sonra seçim yapmasını söylemişti, sonra bunun rüya mı gerçek mi olduğunu anlamaya çalışmıştı. O an yaşadıkları gerçekti, ama şu an rüyadan ibaretti sadece. Konuşmak istiyordu, ama ağzından çıkamıyordu kelimeler.

Kahvesinden bir yudum aldı, sigarasın olmadığını fark etti, bardaki garsonla göz göze geldi. "Odamdan sigaramı getirir misin? masanın üstünde duruyor" diyerek seslendi genç çocuğa. 2 dakika sonra sigarasını yakmış denizi seyrediyordu.

"Asiye abla, düşünüyorum da acaba bir ev mi alsam bu köyden ne dersin? hiç param yok, hatta Cafe sayesinde accayip borcum var ama olmazsa Cafe'i devreder gelir buraya yerleşirim".

"Derin, hadi kalk yola çıkalım. Aras'ı İstanbul'a götürdüler; Mesut'u da yalnız bırakmayalım." "Boşver be Mesut başının çaresine bakar"

Mustafa gözleriyle Asiye'ye birşeyler yapmasını söyledi. Derin kahvesini bitirmiş, gelen kahvaltı tepsisindekileri didikliyordu. Sanki herşey çok normaldi... Değildi ama, ters giden şeyleri kabul etmek de işine gelmiyordu. "Ne zaman pazara gideceğiz?" diye sorunca kıyamet koptu, Mustafa bağırmaya başladı.

"Yeter artık kendine gel, Aras can çekişiyor, sen burada kahvaltı edip pazara gitmeyi planlıyorsun. Çocuklar, hemen Derin'in çantasını getirin buraya. Bize yol için içecek birşeyler hazırlayın, bir de sandviç yapın".

Derin izliyordu sadece, Mustafa'nın bağırması da pek işe yaramamıştı. Ama denilen herşeyi tereddütsüz kabul ediyordu.

Yola çıktıktan 5 saat sonra hastanenin önündeydiler. Mesut bahçede Derin'in annesiyle birlikte sigara içiyordu. Murat içeride Meriç'le birlikte oturuyordu.

Mustafa'yı görünce Mesut biraz olsun rahatladı. Asiye'ye hoşgeldin dedikten sonra Derin'in koluna girdi ve sokağa çıktılar.

"Mesut, ne oluyor? Neden hepiniz küçük bir kaza için burada toplandınız? Ya 3 gün tatil yapacaktık rahat battı kıçına değil mi? Ne çekmiş canı da atmış kendini yollara?" Mesut sessizce dinliyordu Derin'i; yoldayken Asiye mesaj atarak olup biteni anlatmıştı.

"Derin şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Küçük bir kaza değildi olan; gözümün önünde o hızla kendini resmen virajdan aşağı attı Aras; hakimiyetini kaybetmedi, bunu planladı ve maalesef sonu planladığı gibi gitmedi."

"Mesut sabahtan beri herkes saçmalıyor, bir tek sana güveniyordum ama sen hepsinden de çok saçmalıyorsun"

"Bak Derin; Aras seninle kendini yeniden buldu, sensiz olamayacağını anladı, ama seninle olmak da sana zarar vereceği için çaresizce dolanıyordu etrafta. Ortadan kaybolmalar, esrar partileri, işten kaytarmalar, bir anda herşeyin normale dönmesi, hayatına giren bir sürü kadın, bunların hepsi O'nun hayatla başa çıkma yöntemiydi. Ta ki sen kriz geçirinceye kadar. İşte o zaman herşey dank etti. Derin, Aras buna bir son vermek istedi".

Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu, bir sigara çıkarttı cebinden, annesi uzaktan izliyordu O'nu. Mesut sigarasını yaktı ve anlatmaya devam etti.

"Hep tek başınaydı bunu sen benden daha iyi biliyorsun. O kalabalığın içinde hep yapayalnızdı. Sen ruhuna iyi geliyordun, ama O seninle nasıl yaşayacağını bilemediği için, diğer kadınlara yaptığının bin beterini yapıyordu sana. Biliyor musun en son ortadan kayboldugunda ilk defa ben de ulaşamadım O'na. Sonra bir akşam Asmalı'da arkadaşlarımla buluşmak için senin cafenin oralarda yürürken karşıma çıktı, yanında 2 hatunla. Yüzüme baktı ve seni bir yerlerden tanıyorum dedi. O an suratına bir yumruk vurmak geldi içimden ama yapmadım. Kızların cebine üç-beş kuruş harçlık koydum, koluna girdim ve O'nu doğruca hasteneye götürdüm. Uyuşturucu komasına girmişti; daha doğrusu alkol ve uyuşturucu limitlerini aşmıştı. 2 hafta hastanede kaldı, ben de yanında. Herkes benimle birlikte Kaz Dağları'nda sanıyordu O'nu. Hastaneden çıktıktan sonra tuttuğum gibi kolundan bizim otele getirdim. Ve iyileşene kadar gözümün önünden ayırmadım. Her gece adını sayıklıyordu ve sonra bir anda yataktan fırlıyor, kendini bahçeye atıyordu. İşte o zaman sen Cafe'nin açılışıyla ilgileniyordun ve akıllı Aras senin neler çektiğini bildiği halde dayanamadı ve karşına çıktı."

"Mesut neden anlatıyorsun bunları bana?"

"Derin, Aras iyi değil... O ölüm virajına girdi ama sonunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Doktorlar beklemekten başka yapacak birşey yok diyor. Beyninde ödem oluştu, bacağında 4 kırık var; kaburgaları kırık, yüzü gözü darmadağan."

"Hayırrrrr, bunların hepsi yalan. Şu an bir rüyadayım ve gözlerimi açınca senin bahçende Aras'la kahvaltı ediyor olacağım"

O an Mesut'un da takati tükenmişti. Kaldırıma çöktü ve ağlamaya başladı; Asiye Derin'î kollarından yakalayıp zaptetmeye çalışıyordu ama gücü yetmiyordu. Annesi "Derinnn" diye çığlığı basınca kendine geldi.  

"Anne, sabaha karşı birisi geldi boğazıma sarıldı, nefes almamı engelledi, sonra bana seçim yapmamı söyledi, ya Aras'la yaşamayı seçecektim ya da..." Kelimeler boğazında düğümleniyor, hıçkırıklar yüzünden konuşamıyordu. Annesine sarıldı ve ağladı, ağladı, ağladı. "Ben tepinmeyi bıraktıkça o da boğazımı sıkmayı bırakıyordu; ne zaman ki tamamen O'nu dinlemeye koyuldum o zaman rahatladığımı hissettim. O "ölüm"ün ta kendisi, benden Aras'ı almaya gelmiş ve ben rahatlamıştım".
O sırada Murat, Meriç'le bahçeye çıkmıştı. Derin annesinden kurtulup Meriç' doğru yürüdü. "İyi olacak" diyebildi sadece.

"Derin sana verdiğim paketin içindekiler nerede?"  Derin boş gözlerle Meriç'e baktı "Paket?". Bir anda hatırladı, evet Meriç O'na bir paket vermişti ama Derin paketi sonra açarım diyerek kaldırmış ve unutmuştu. Sonra, tam yola çıkacakları sırada da bir paket geldiğini hatırladı; ama o paketi de açamamıştı, Aras engel olmuştu.

"Murat beni hemen eve götür, hadi acele et" diyerek koşar adım yanlarından uzaklaştı, hepsi arkasından baka kalmıştı.

"Tek başına değilsin Aras, seni seven herkes burada, hatta senden nefret eden annem bile"... Murat yol booyunca hiç ses çıkarmadan bu sözü dinledi durdu...

Ölümün sesi





Gecenin karanlıgında bir elin bogazını sıkmasıyla gozlerini actı; ama hiçbir şey göremiyordu. Sadece derinden bir ses "zamanı geldi" diyordu. Aynı anda soguk terler sırtından aşağı inerken ellerinin ve ayaklarının  bağlı oldugunu fark etti. Tepiniyordu ama nafile, işe yaramıyordu.

Derinden gelen ses "uğraşma, kendini bırak" diyordu o debelendikçe. Ne kadar zaman geçti bilemiyordu; ama altındaki çarşafı ıslatacak kadar bütün vücudu terlemiş ve bedeni yorgunluktan sızlamaya başlamıştı. Yavaş yavaş o sese bıraktı kendini, kendini bıraktıkça boğazını sıkan eller de gevşiyor; ses korkutucu olmaktan çıkıp sanki küçük bir çocuğa seslenen bir annenin sesine benziyordu.


Bir an hareket etmek istedi; eller engel oldu. Bıraktı kendini, dinlemeye koyuldu; bakalım o ses ne anlatacaktı, derdi neydi?


"Zamanı geldi dediğimde kimse beni anlamak istemiyor; herkes aşağı yukarı aynı tepkileri gösteriyor; ama nedense sen aynı tepkileri göstermene rağmen çok daha hızlı kendini bıraktın bana. Hep böyle mi yaparsın? Hiç mücadele etmez misin? Yani biraz önceki hareketlerini mücadele olarak algılamak zor."

"Hayatım mücadeleyle geçti; okul, iş, evlilik... Hep birşeyleri kaçırdığımı düşündüm ama benim için çizilen yoldan bir türlü çıkamadım; ta ki o güne kadar. Bir anda işi bırakmam, bir anda cafeyi tutmam, hayatımda ilk defa kendim için birşeyler yapıyordum. Yaptım işte; mücadele ederek kendimden çok şey kaybettiğimi geç de olsa fark ettim"

"Peki Aras?"

"İşte ironi orada ya; kendimle ilgili tek mücadele etmeye çalıştığımı sandığım kişi O; ama zaman bana gösterdi ki aslında tüm gücümü yitiriyorum O'nun karşısında. Hayatla mücadele edecek gücü buluyorum da; O karşıma çıkınca duruyor dünya"

"E git o zaman!"

"Hayattan aldığım en büyük ders nereye gidersem gideyim, ben benimle geldiğim sürece, hiçbir şey değişmiyor. Ben değil miydim nefes almak için kaçıp İda'ya gelen? Ne değişti? Hiçbirşey... Neye baksam O'nu görüyorum"

"E gidemiyorsan teslim et kendini"

"????"

"Zamanı geldi dedim; seçim yapmak senin elinde, ya O'nunla yaşamayı seçeceksin, ya da...."

Gözlerini açtı, ter içindeydi. Kapadı gözlerini tekrar, derinden gelen sesi duymayı ümid ederek. Zihni oyun oynuyordu Derin'e. Yoksa oynamıyor muydu?

Derinden gelen ses "ölüm"ün sesi miydi? Rüya mı? Gerçek mi? Neyin zamanı geldi? Gitmenin mi yoksa teslim olmanın mı? 



Yeni bir gün




Gecenin karanlığında herkes elindeki kadehe sığınmış, bundan sonra olacakları merak ediyordu. Kimse tek kelime etmedi.

Aradan 2 saat geçmişti ki; Mustafa, Asiye ile gözgöze gelmiş ve "kalkalım" diye işaret etmişti. "Hadi çocuklar bize müsade, yarın sabah kahvaltıya bekliyoruz" diyerek kalktılar.

Asiye ile Mustafa giderken, "aman Mesut gözün yine de üstünde olsun bu delilerin, Aras'ı biliyoruz sağı solu belli olmaz ama Derin'in ne yapacağını kestirmek çok zor" dedi Asiye Mesut'a sarılırken.

"Merak etme Asiye abla bu gece bize uyku yok; en azından Aras'ı gözümün önünden ayırmaya niyetim yok." diyerek onları yolcu etti.

Bahçeye döndüğünde, Derin şezlonga uzanmış, Aras da yanı başında oturuyordu. "Kahve?" diye sorduğunda Derin "son bir kadeh daha" diye gülümseyerek Mesut'a baktı. Mesut gecenin uzun olacağını biliyordu, ama anlayamadığı bu kız nasıl bu kadar içkiye rağmen sapasağlam durabiliyordu; bu da Aras gibiydi.

Kalkıp bardan bir şişe daha rakı aldı, kadehleri doldurdu ve tekrar yanlarına döndü. Sessizlik hala devam ediyordu.

"Yıldızlar ne kadar parlak değil mi? Hadi birer tane yıldız seçelim sonra da dilek tutalım" deyince Mesut dayanamadı gülmeye başladı; "manyaksınız siz, ikiniz de manyaksınız. Ben kahve yapıyorum kendime, siz içmeye devam edin" diyerek kalktı.

"Ben herşeye yeniden başlamak istiyorum. Biliyorum bana kimse inanmayacak, kimse güvenmeyecek, ama sen inan Derin, sen güven".

"Şşşştt" diye parmağıyla sus işareti yaptı. "Yıldızları seyret, bak hepsi nasıl da dans ediyor?"...

Mesut uzaktan izliyordu; Derin'in bu şekilde konuşmasına anlam veremiyordu; acaba yaşananları yok mu sayıyordu ya da, ya da farkında mı değildi; hani beyni silmiş miydi olanları? Yok, olamazdı, sadece yaşananları yok sayıyordu.

"Mesut, yarın kahvaltıdan sonra biraz alışveriş yapalım, Asiye Abla'nın da sözü vardı bana. Hem evim için hem de cafe için ıvır-zıvır almadan dönmek istemiyorum. Ha bir de Gönül Hanım zeytinyağ istedi, onu da unutmamalıyım".

"Ne bu acele Derin daha buradasın nasıl olsa" "yoooo, ben, yani biz öbür gün dönüyoruz, değil mi Aras?" deyince Mesut'la Aras göz göze geldiler. Bu aralar dudaklardan çok gözler çalışıyordu; herkes birbirine gözleriyle birşeyler anlatıyordu. Aras başını sallamakla yetindi.

Bir anda yerinden kalkıp bara doğru giderken Aras kolundan tutup çekti Derin'i "Yeter içme artık". Derin döndü, Aras'ın saçlarını okşadı "nasıl istersen" diyerek boynuna sarıldı. Mesut olanlara inanamıyordu. Aras, iyi geceler dileyerek Derin'in beline sarılarak merdivenlere doğru ilerledi. Mesut'un yanından geçerken göz kırptı ve "merak etme" dedi.


Üst kata çıktıklarında Aras sorar gözlerle Derin'e baktı, Derin cevap vermedi. O anda Aras nereye götürse gidecekti. Odanın kapısını açtığında, Derin ürperdi bir an, birkaç saat önce yaşadıkları bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden; tereddüt etti ama yine de içeri girdi. Aras kapıyı kapadığı sırada, Derin yatağın kenarına oturmuş boş boş şömineye bakıyordu. Aras bir sigara yaktı, Derin'e uzattı. Bir nefes alıp söndürdü sigarayı, üzerindekileri çıkarıp yatağa girdi.

"Aras, yanıma yatar mısın?". Aras yanına uzandı, saçlarını okşamaya başladı. "Paketler" diye çığlık attığında Aras yerinden fırladı; "ne paketi? nereden aklına geldi bu saatte paketler?"

"Meriç bir paket getirmişti; cafedeki odamda duruyor, bir de hani seninle evden çıkarken kapıda bulduğumuz paket var ya" "e ne olmuş ki? hem bu saatte deli misin nereden çıktı şimdi bu?"

"Aras, hadi yola çıkalım". "Hayır bu gece değil; uyu dinlen yarın alışverişini yap sonra konuşuruz. İyi geceler"..

Derin çoktan uykuya dalmıştı. Aras balkona çıkıp bir sigara yaktı; Mesut hala bahçedeydi. Güneş doğana kadar balkonda oturdu; sonra Derin'in yanına kıvrıldı; saçlarını okşadı "seni seviyorum demeye cesaretim yok, anla beni Derin, yok işte" diyerek uykuya daldı.

Yeniden


 "Beni yıkar mısın?" Bu sözü duyduğu ilk anı hatırlayınca kendi kendine güldü. Emre ile ne zaman sevişse birlikte duşa girmeyi isterdi, Emre ise arkasına bile bakmadan kalkar duşa girerdi.

Oysa, o ilk gece "beni yıkar mısın?" sözünü duyduğunda kendini elma şekerine kavuşmuş bir çocuk gibi hissetmişti. Nedenini bilmiyordu; belki de sevişmek yetmiyordu, sevişmenin ötesinde birşeylerdi istediği.

Zevkin doruğuna çıktıktan sonra ne isterdi ki başka insan? Emre bu lafı söylediğinde kalakalmıştı. Bir daha da lafını etmemişti. Ama Aras, sevişmeseler bile bundan büyük keyif alıyordu; paylaştıkları en özel andı.

1 saat boyunca sıcak suyun altında birbirlerini yıkadılar, Aras Derin'in saçlarını bir bebeğin saçlarını yıkarcasına yavaş hareketlerle yıkarken, Derin gözlerini kapamış o anın tadını çıkarıyordu. Saçlarının yıkanması bitince eline aldığı süngere Aras'ın en sevdiği lavantalı jelden boşaltıp sırtını yıkamaya başladı. Parmakları ne zaman sırtına değse ürperiyordu, ve Aras O her ürperdiğinde başını çevirip O'na bakıyor, Derin ise gözlerini kaçırıyordu O'ndan.


Sonunda Derin üşüdüğünü söyledi ve suyu kapadı. Ama Aras önünden çekilmediği için duştan bir türlü çıkamıyordu.


"E hadi yol ver dondum burada" "önce bana birşey söyleyeceksin", "ne var Aras ne söyleyeceğim?" "her ne olursa olsun her zaman benim olacaksın"...

Derin önce duraksadı sonra gülmeye başladı. "Pardon; her ne olursa olsun her zaman senin mi olacağım? Sen yine paranoyaklaşmaya başladın" diyerek Aras'ı itti ve duştan çıktı. Havlusuna sarınır sarınmaz bir sigara yaktı, şöminenin önündeki koltuğa oturdu ve derin bir nefes çekti.



Aras banyodan çıktığında Derin sigarasını bitirmişti. "Kalk hadi donacaksın, giyin de yemeğe inelim" dedi. Cevap vermedi; kalktı, masanın üzerinde duran şarap şişesine uzandı; ama Aras engel oldu. "Kadınım olmak neden bu kadar zor geliyor sana?"

"Aras sen ne dediğinin farkında mısın? Senin kadının olmak diye bir kavram yok bu dünyada; daha doğrusu senin istediğin şekilde sana evet diyecek bir kadın varsa buyur onun yanına git, ben seninle her gün ölüp ölüp diriliyorum, varlığın yokluğundan daha çok acıtıyor beni. Issız adamın yatağından geçen bir sürü kadından biri olmak ne demek sen biliyor musun? Geçmiş karşıma kadınım olmak neden bu kadar zor diyorsun? Tamam ya sen benim erkeğim olacak mısın? Güldüğüm her an yanımda olacak mısın? Canım yandığı her an saçlarımı okşayacak mısın? Kendimi eve kapadığımda neyin var diyecek misin? Sen, 'sadece sen istediğinde seninle olacak' bir kadın istiyorsun. Sen istediğinde yiyecek, sen istediğinde uyuyacak, sen istediğinde sevişecek, yine sen istediğinde ortadan kaybolacak bir kadın istiyorsun. Aras ben zaten uzun zamandır bu rolü oynuyorum; üstüme yapıştı bu rol. Ne gidebiliyorum ne kalabiliyorum. Daha ne istiyorsun benden?"

Sessizliğini bozmadan dinliyordu Derin'i. Derin'in gözünde biriken birkaç damla yaş, yanağından süzülmeye başladı. Çantasından giyecek birşeyler çıkardı; banyoya girip saçlarını kurutmaya başladı. Aras yanına gelip boynuna bir öpücük kondurdu.

"Yokluğunda ağlıyorum, varlığında ağlıyorum. Bu mu istediğin? Bundan mı zevk alıyorsun? Etrafındaki herkes sen ne istersen yapacak ya da yapmayacak? Ayakta durmaya çalışıyorum Aras, neden anlamak istemiyorsun beni?"

Artık gözyaşlarına hakim olamıyordu; hıçkırıklara boğuldu. Aras ona sarıldığında zangır zangır titriyordu, titreme bir krize dönüştü ve kendini Aras'dan kurtarıp eline ne geçerse fırlatmaya başladı. Şarap şişesini fırlattığında balkon camına çarptı ve büyük bir gürültüyle cam tuzla buz oldu. İşte o an kendine geldi.


Dışarıdan sesler geliyordu, kimse ne olduğunu anlamamıştı, Mesut dışında. "Off Aras" dedi içinden, yine yapmıştı yapacağını. Hayatına giren her kadının canını yakmıştı, ama bu başkaydı, Aras bu sefer aşıktı ve karşısındaki kadın O'ndan da deliydi. O sırada telefonu çaldı, Asiye ablaydı arayan, sanki kadının içine doğmuştu ters giden birşeyler olduğu.

"Hayırdır Mesut neden açmıyorsun telefonu? Kaç defa çaldırdım", "sessizdeydi fark etmemişim kusura bakma", "yok be oğlum kusur olur mu, ben Derin'i merak ettim iyi mi?" Hadi buyrun bakalım, ne cevap verecekti Mesut? Kadının içine doğmuştu, evet Derin iyi değil, odayı yerle bir ediyor mu diyecekti. "Ha iyi herhalde odasında dinleniyor" dediği anda bir bardak balkondan bahçeye uçtu ve şangır diye bir sesle taşa çarparak kırıldı. "Mesut noluyor orada?" Mesut cevap veremedi, olanlara dur demeliydi. "Asiye abla kapatmalıyım" dediğinde Asiye çoktan telefonu kapamış Mustafa'nın kolundan çekip arabaya doğru koşmaya başlamıştı.

Mesut koşar adımlarla merdivenleri çıktı ve kapıyı yumruklamaya başladı. "Git buradan Mesut" diyen Aras'ın sesisyle Derin'in hıçkırıkları iç içe geçmişti. "Aras aç kapıyı hemen", "Mesut defol git buradan, tamam yok birşey" dediği anda suratına bir tokat yedi.

Mesut'un yardımcısı Aras'ın oda anahtarını getirmişti, Mesut hemen yan odaya girdi balkona çıktı her yer cam kırığı içindeydi. Odaya girdiğinde Aras Derin'i zaptetmeye çalışıyor, Derin Aras'a tekmeler fırlatıyordu. Mesut'u görünce durdu ve kendini banyoya attı. Yere oturdu ve kahkahalarla gülmeye başladı.


Mesut, Aras'ı odadan çıkardı, çocukardan biri balkondaki cam kırıklarını temizliyordu, diğeri odadaki kırık dökük ne varsa toplamaya çalışıyordu. 10 dakika sonra arka bahçeye bir arabanın girdiğini duyan Mesut "Derin iyi misin?" diye sordu ama cevap alamadı; kapıyı açıp baktığında Asiye ile gözgöze geldi ve kafasını "çok kötü" anlamında salladı.

Oda toparlanmıştı o sırada. Asiye, Mesut'u odadan çıkardı ve banyonun kapısını çaldı." Güzel gözlüm benim hadi aç kapıyı", Derin kalktı yüzünü yıkadı ve kapıyı açtı. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Asiye'ye sarıldı ve tekrar ağlamaya başladı.

Yan odadan sesler geliyordu, Mesut Aras'a bağırıyor Aras'ın ağzından tek kelime çıkmıyordu. "Oğlum manyak mısın? Ne dedin de çıldırdı bu kız? ne yaptın lan?" Mustafa, Mesut'u kolundan çekerek dışarı çıkardı. "Bırak biraz yanlız kalsın Mesut".

Diğer odadan ses gelmiyordu. Asiye üstü başı mahfolmuş Derin'i soydu, üzerine bir eşofman geçirdi, tekrar yüzünü yıkadı ve elinden tutarak odadan çıkardı. Merdivenin başında duran Mesut'a "oğul odasını değiştir hemen; bu saatte camcı kapamıştır" dediğinde Mest'un yardımcısı odadan Derin'in eşyalarını aldı ve başka bir odaya taşıdı.


Bahçeye indiler, Derin hiç konuşmuyordu. Mesut hemen masayı hazırlattı, bir kadeh rakı iyi gelecekti Derin'e. Yarım saat sonra 2 kadeh rakıyı devirdiklerinde Aras geldi yanlarına.


"Mesut özür dilerim abi, kusura bakma" deyince Mesut kendine hakim olamayıp Aras'ın suratına yumruğu çaktı. Aras ne olduğunu anlayamadı, Mestu tekrar elini kaldırdığında Derin'le gözgöze geldi ve yumruğu havada kaldı. "Hayvan herif, ne benden özür dliyorsun, esas özür dilemen gereken ben miyim lan?" dedi.

Aras, bir adım attı ve durdu. Derin bir nefes aldı ve Derin'in yanına gidip saçlarını okşamaya başladı; herkes donmuştu, merakla Derin'in ne yapacağını bekliyorlardı. Ama Derin herkesi şoka soktu; "tamam sen nasıl istiyorsan öyle olacak" ve son gözyaşı damlası da yanağından süzüldü.

Bugün



Sabah, daha doğrusu öğleye doğru, gözlerini açtığında battaniyeye sarınmış halde buldu kendini. Yalnız başınaydı, ama işin ilginci çırılçıplaktı. Üstüne birşeyler geçirdi, balkonun kapısını açtı, gayri ihtiyari sağına baktı. Ama orada değildi. İçeri girdi, koyu bir kahveye ihtiyacı vardı. Saatine baktığında gözlerine inanamadı, neredeyse bire geliyordu. Uzun zamandır bu kadar uyumamıştı, daha doğrusu bu saate kadar uyumamıştı. Cafeden eve dönüşü bazen üçü buluyordu, ama saat sekiz dedin mi ne olursa olsun yataktan fırlıyordu.

Kahvesini alıp balkona çıktı ve bir çığlık attı. Bu adam nasıl bu kadar sessiz hareket edebiliyordu? Daha 5 dakika önce yoktu, şimdi ise her zamanki yerinde oturuyordu.

"Ya öğlen olmuş neden beni uyandırmadın?" deyince Aras "uyandırmak mı? kızım kapıyı indirdik Mesut'la oralı bile olmadın" diye cevap verdi. Cevap vermeden içeri girdi. Kitabıyla sigarasını aldı ve bahçeye indi. Şezlonglardan birine kuruldu; bardaki çocuktan kendisine bir sandviç hazırlamasını istedi. Sonra da kitabına daldı. Sandviçi geldiğinde çok da birşey okuyamamıştı. Ağacın etrafında koşuşan yaratığı seyretmekle meşguldü; önce anlamamıştı ne olduğunu sonra fark etti ki küçük bir sincap ağaçlar arasında koşup duruyordu.

Büyük bir iştahla sandviçini yedi, gökyüzünü seyretti. Mavinin bu kadar farklı tonu olduğunu buraya geldiğinde fark ediyordu; ne evinin terasından ne de başka bir yerden gökyüzü bu kadar mavi gözükmüyordu.

Ne Aras ne de Mesut ortalarda gözükmüyorlardı; kafasını kaldırıp balkona baktı Aras orada da yoktu. Canı yürümek istiyordu... Odasına çıkıp arabanın anahtarlarını almayı düşündü, ama sonra vaz geçti. Köyden aşağı doğru yürümek iyi gelecekti.

Kitabını bara bıraktı, ve hızlı adımlarla otelden çıktı. Patikadan aşağı doğru yürümeye başladı, çalıların üstüne bastıkça çıkan ses çok sesli müziği andırıyordu; bir tarafta sopranolar, bir tarafta tenorlar... Ve kuş sesleri... Arada patika darlaşıyor, o zaman da etraftaki çalılarla bir bütün oluşturuyordu. Çalıların arasından geçerken de elleri çiziliyordu. Ayağı bir taşa takılınca sendeledi, durmak zorunda kaldı. Nefes nefese kalmıştı; sanki arkasından biri kovalıyormuşcasına hızlı adımlarla yürümek hatta koşmak onu yormuştu.


Aslında yola az kalmıştı; ama kendini hiç de o kadar güçlü hissetmiyordu. Biraz akıllı olsa yanına bir şişe su alırdı; ama onu otelden kovaladıkları(!) için ne su almıştı yanına ne de para. Arkasına dönüp baktığında, bayağı dik bir patikadan aşağı inmeye çalıştığını fark etti. Ayaklarına kara sular inmişti; ama sahile inmeliydi. Kahveye gidip ayaklarını uzatmalı ve günün tadını çıkarmalıydı.


15 dakika sonra sahildeydi; ayakkabılarını çıkardı ve kumsalda çıplak ayak yürümeye başladı. Çakıl taşları ayağına batıyordu; ama hissetmiyordu. Kıyıya vuran dalgayla ayakları ıslandı; su soğuktu. Biraz sonra dizine kadar denizde yürüyor buldu kendini. İlaç gibi gelmişti. Asiye'nin sesiyle kendine geldi "güzel gözlüm napıyorsun buz gibi suda?"; "geliyorum" deyip çakıl taşlarına basa basa kahveye yürüdü.

Kahveye vardığında Mustafa arka bahçedeki hortumla ayaklarını yıkayabileceğini söylediğinde, "boşver be Abi, kalsınlar böyle. Ama sen bana közde kahve yaparsan hiç hayır demem. Yalnız baştan söyleyeyim, beş kuruş para yok üstümde!!" deyince Mustafa elindeki şeker kavanozundan bir kesme şekeri kafasına fırlattı "eşşek" diyerek.

Kahvesini yudumlarken sahildeki martıları seyrediyordu. Koluna dövmesini yaptıracak kadar hayranlık duyduğu bu kuşlar kadar özgür olmak nasıl bir duyguydu acaba?

Asiye yanına geldiğinde hala martıları seyrediyordu.

"Güzel gözlüm be merakımı bağışla ama artık sormadan edemeyeceğim; Mustafa duymasın beni. Ne oluyor size? Yani ikiniz birlikte misiniz? Evli değilsiniz onu biliyorum da? Anlamıyorum be güzel gözlüm. Aras buraya neredeyse hiç gelmezdi; geldiğinde de 1 gece kalıp dönerdi. Ama şimdi?"...

"Yok be Asiye Abla, aslında bizim için söylenecek söz yok. Daha doğrusu biz yok. 20 yıla yakın süredir tanırız birbirimizi ama o kadar işte". "Ne demek o kadar be kızım? Sen onun gözlerinde kayboluyorsun görmüyor muyum sanıyorsun?"...

Derin'in gözünden bir damla yaş süzüldü yanağından. "Tamam tamam sustum" diyerek saçlarını okşadı Derin'in.

Yarım saat sonra Mesut geldi; herkes Derin'i arıyordu. "Mustafa abi aramasa balık için biz hala hanımefendi nerede diye aranıp duracağız?" dediğinde, Derin "komiksiniz ben çocuk muyum?" dedi. "Sen değilsin ama, seninki çocuk".


"Mesut, bana defter kalem lazım. Otele dönerken alabilir miyiz? Ama benim üstümde para yok". Mustafa, Mesut'a dönüp "ya ben bu İstanbulluları anlamıyorum be oğul, kahve istiyorum ama param yok, defter almak istiyorum ama param yok, ne bu ya?";

"Boşver Abi, bunlar böyle bizim gibi köyde yaşasalar paranın ne kadar kıymetsiz olduğnu anlayacaklar ama İstanbul'da nefes almaları bile parayla bilmiyor musun? Bir kaç gün kalsınlar bak ben onları nasıl adam edeceğim?"

Otele döndüklerinde Aras ortada yoktu, Derin odasına çıktı ve kendini doğru duşa attı. Sıcak suyun altında kendinden geçtiği bir anda bir el hissetti sırtında. Gözlerini sımsıkı kapadı ve "beni yıkar mısın?" diyen o huzur dolu sesi duydu.

Asiye ile Mustafa

Gözlerini açtığında saat sekize geliyordu. Yataktan çıkmak istemedi, ama Asiye Abla'nın çöreklerini özlemişti. Eğer hemen hazırlanırsa çörekler fırından çıkmadan kahveye yetişirdi.

Yataktan fırlayıp doğru duşa girdi; sıcak su iyi gelmişti. Çıkar çıkmaz her zamanki sabah rutinini tekrarladı; kendine koca bir fincan kahve hazırladı. 15 dakika sonra hazırdı; balkon kapısını açtı ve her zamanki manzarayla karşılaştı; Aras sırtını duvara yaslamış yerde oturuyordu. "Neden?" dedi; Derin cevap vermedi, çantasını alıp odadan çıktı.

Aşağı indiğinde Mesut'la karşılaştı, kuru bir günaydından sonra arabasına atlayıp sahile indi. Kahveye doğru yürürken aynı soruyu kendi kendine sordu; "neden?"...

Kahveye vardığında dışarıda kimsecikler yoktu; hava serindi. Kapıyı açtı, içeri girdi ve "günaydınnnn" diye bir çığlık attı. Mustafa Abi kafasını uzatıp Derin'i görünce gözlerine inanamadı.

"Asiyeeee bak seniniki gelmişşş" diyerek mutfaktaki karısına bağırdı. Derin koşar adım Mustafa abinin yanına geldi ve boynuna sarıldı. Asiye belindeki kırmızı önlüğüne ellerini silerek mutfaktan çıkarken "ne saçmalıyorsun Mustafa benimki de kim?" derken olduğu yerde kalakaldı; "güzel gözlümmmm hoş geldinnn"; Derin Mustafa Abiyi bir kenara iterek bu sefer Asiyenin yanına gitti ve boynuna sarıldı. Şunun şurasında 3 gün gördüğü bu insanlar ailesinden daha yakın olmuşlardı bir anda.

"Nerden çıktın güzel gözlüm? iş güç yine hepsini arkanda mı bıraktın, yine kendinle başbaşa kalmak için mi yollar teptin?" arka arkaya soruları sıralayan Asiye bir an Mustafa ile göz göze geldi ve susması gerektiğinin farkında olduğunu anlatan bir bakış fırlattı.

"Yalnız gelmedim Asiye Abla, deli dumrulun peşine takıldım işte; ama tepilecek yol İda'ya doğru olduğu sürece zaten kim gel dese takılacağım peşine. Hem çöreklerini özledim; bundan daha güzel bir işi bırakma mazereti var mı?" diyerek bir kez daha sarıldı Asiye ablasına; beyaz sabun kokulu bu kadın hayatına giren ve yer edinen ender insanlardandı.

Mustafa Abi, "açsındır sen şimdi sabahın bu saatinde buraya geldiğine göre Mesut efendi güzellik uykusundan uyanıp da sana kahvaltı hazırlayamamış belli" dediğinde Derin şen bir kahkaha attı.

"Yok canımm, Mesut uyanmıştı da ben kahvaltımı Sizlerle etmek istedim". "Hadi o zaman biz de sana mükellef bir sofra hazırlayalım; sen bahçeye çık, ben sana bir fincan çay vereyim kahvaltı hazır olana kadar içini ısıt" dedi Mustafa saçlarını okşarken karısının.

Yarım saat ve 2 fincan çaydan sonra mükellef kahvaltı sofrası hazırdı; tek bir laf etmeden sofrada varsa silip süpürmeye başladı Derin. Asiye ile Mustafa büyük bir keyifle seyrediyorlardı O'nu; çocuk gibiydi. Kahve faslına geçene kadar hiç konuşmadılar, sadece Derin birşey istediğinde ağızlarından 3-5 kelime çıktı o kadar.

Mangala atılan köz sadece kahve için değil sanki Derin'i uzaklara götürmek için ortaya gelmişti. Daldı, gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı ve bir elin omzuna dokunmasıyla gözlerini açtı. Ayak seslerini nasıl da duymamıştı. Aras'la Mesut yanı başındaydılar.


Aras içeri geçip önce Asiye'ye sonra, Mustafa'ya sarıldı. "E oğul kahvaltıyı kaçırdınız; artık kahve ile idare edeceksin" dedi Mustafa.


Bahçeye çıktıklarında Derin ayağının altına bir sandalye çekmiş; montuna sarınarak kitabını okumaya dalmıştı, Mesut sahildeki çocuklarla laflıyordu.

Kahvelerini içerken sessizlik hiç bozulmadı; Mesut akşam yemeği için hazırlık yapması gerektiğini söyleyerek kalktı ve Asiye'ye onları da yemeğe beklediğini söyledi.
 


Arada gelen ıhlamur, kuşburnu çayları olmasa kimse sessizliği bozmayacaktı. İşin ilginci Aras ortada ne kadar gazete varsa hepsini tek tek okumuş, arada Derin'in saçlarını okşamış ama hiç konuşmamıştı.

Birkaç saat sonra Derin kitabı yarılamıştı. "Asiye abla, bugün pazar kuruluyor mu?" diye bağırdı içeri. "Yok, pazar öbür gün kuruluyor, ne istiyorsun ki?" diye yanlarına gelmeden cevapladı. "Benim cafeye örtü gibi şeyler bulursam alayım diyorum, ıvır-zıvır birşeyler bulurum belki, hem güzel zeytinayağ koyacak şişeler bulamadım, Mesut'un kullandıkları çok güzel, onları pazardan almış. Anlayacağın biraz gezmece biraz para harcamaca, derdim bu" dedi. "Tamam güzel gözlüm birlikte gideriz pazara, hem pazarcı karılar da İstanbullusun diye kazıklayamazlar seni".


Saat dört olmuştu; sabahtan beri yaptığı tembellik yeterdi; "ben biraz yürüyeceğim oradan da otele döneceğim; hadi akşam yemeke görüşürüz" diyerek kahveden ayrıldı. Sanki Aras orada değildi, arkasına bile bakmadan tek başına yürümeye başladı. 1 saat yürüdükten sonra otele döndü.

Aras ortalarda yoktu, odasına çıktı, yemeğe daha vardı, biraz kestirmek fena olmayacaktı. Yatağa uzandı, battaniyeyi üstüne çekti ve uykuya daldı.

Bir el saçlarını okşuyordu. Burnuna gelen koku çok tanıdıktı; saçmalama diyordu kendi kendine insan rüyasında nasıl koku alabilirdi ki?

Oysa Aras yanı başındaydı, o tanıdık koku da gerçekti. "Hadi kalk artık Asiye ile Mustafa geldiler sofraya oturdular bile, herkes seni bekliyor" alnına bir öpücük kondurup yataktan kalktı. Derin gözlerini açmış boş boş bakıyordu Aras'a. "Hımmm tamam sen git ben de birazdan gelirim; duşa girip kendime gelmem lazım" diyerek kalkıp banyoya doğru 2 adım attı ki Aras belinden kavradı. "Tamam sen duşa gir ben de seni yıkayayım o zaman".. "Hadi Aras kaybol, bu iç gıcıklayıcı fikirlerini de kendine sakla" diyerek O'ndan kurtuldu ve banyoya girdi. Biliyordu Aras hala odadaydı; ama dert etmiyordu çünkü aşağıdakiler onları yemeğe bekliyorlardı ve Aras saçma birşeye kalkışamazdı. Ya da öyle sanıyordu; bir anda Aras'ın elini sırtında hissetti ve çığlık attı. "Off ya hadi çık şuradan" dediğinde Aras ikiletmeden sırtına bir öpücük kondurdu  ve banyodan çıktı.

20 dakika sonra aşağı inebilmişlerdi. Sofradaki renkler her zamanki gibi büyüleyiciydi; kokular insanı kendinden geçiriyordu.

İlk lokmalar sessizce yendi; herkes çok acıkmıştı; sonra kadehler kaldırıldı; Asiye "sofralarınızın bereketi daim olsun, gözlerinizdeki umut hiç kaybolmasın, kahkahanız bol olsun, ama göz yaşının da kıymetini bilin, sevin birbirinizi, en büyük hazine sevmek, eğer bu sofra etrafında toplanabilmişsek bu sevginin ürünüdür" dedi ve kadehindeki rakıyı bir yudumda yarıladı. Mustafa "yandık çocuklar Asiye ablanızı sırtımızda eve taşıyacağız; bu kadın ne zaman bu kadar hızlı içse hemen sarhoş olur" deyince masada kahkaha koptu.

Tabaklar boşaldıkça doluları geliyordu sofraya, kaç şişenin dibi göründü takip edemiyorlardı. Neyseki otelde onlardan başkası yoktu; herkesin sırtında birer battaniye gecenin tadını çıkarıyorlardı. Gece yarısını çoktan geçmiş, ama sohbet o kadar koyulmuştu ki kimsenin kalkası yoktu.

Asiye bir türkü tutturdu; eşlik etmeye çalıştılar beceremediler. Sonra, Mustafa baktı Asiye'nin söylediklerinden kimse birşey anlamıyor, Mesut'dan birşeyler çalmasını istedi.

Gün doğana kadar böyle geçti. Derin'le Mesut bahçede birlikte dans ettiler; her kahkaha atışlarında Aras, Derin'e öyle bakışlar fırlattı ki, Derin daha da azdı...

Mustafa artık kalkma vakitlerinin geldiğini söylediğinde, Mesut ellerine bir oda anahtarı tutuşturdu ve onlara bu geceyi, yani sabahı, burada geçirmelerini söyledi.

Derin sallana sallana odasına çıkmaya çalışırken, Aras da arkasından düşmesin diye O'nu tutacakmış gibi hazır bir şekilde durmaya çalışıyordu; sanki kendisi çok farklıydı.

Odanın kapısına geldiklerinde Derin hiç beklenmedik birşey yaptı, ve Aras'ın dudaklarına yapıştı. Aras ne olduğunu anlamadan kendini içeride buldu; Derin üstündekileri çekiştiriyordu, Aras ise seyrediyordu sadece. Çırılçıplak kaldıktan sonra Aras'a bakmaya başladı. Aras seyretmeye devam ediyordu; "hadi uyuyalım" diyerek yatağın üstündeki yorganı kaldırdı; Derin'i yatağa yatırdı, kendisi de yanına kıvrıldı."Tatlı rüyalar güzel gözlüm" diyerek geceyi bitirdi. Derin çoktan uykuya dalmıştı.

Kayboldum

"Kayboldum gözlerinde" demişti bir keresinde. Gün doğmak üzereydi, terasta şezlongların üstünde sabahlamışlardı; üstlerinde battaniyelerle. O gece uzun zamandan beri aralarına "rakı" girmemişti. Televizyonun karşısında, bir ellerinde dilli sandviçler, diğer ellerinde ıslak hamburgerler, patlayana kadar yemişler, arka arkaya 3 film seyretmişlerdi.

İşte o gecenin sabahında söylemişti "kayboldum gözlerinde"... Tam da gün doğarken; güneş binaların arasından kendini göstermeye çalışırken, şehrin sessizliğinde bu iki kelime terasta Aras'ın dudakları arasından çıkıvermiş ve Derin bir kez daha aşık olmuştu.

Bahçedeki şezlongda gökyüzünü seyrederken nereden aklına gelmişti o gece acaba... Bazen bu yaşadıklarının gerçek mi hayal mi olduğunu çözemiyor; kendini boşlukta hissediyordu.

Bir anda kalkıp odasına çıktı; çantasına attığı kitapları karıştırdı; gören de 1 aylığına geldiğini zannederdi. Ne çok kitap atmıştı çantaya. G. G. Marquez'inki ilk eline gelen kitaptı; Leaf Storm. Bahçeye indiğinde bu kitap yüzünden Aras onunla dalga geçecekti; buna adı gibi emindi ama uzun zamandır da kitabı okumak istiyordu. Hava "kitap okuma" havasıydı ve kimse bu keyfine engel olamazdı.

Bahçeye indiğinde şezlongunda Mesut'un otruduğunu gördü; hemen bir koltuğu iteledi ayaklarını şezlonga uzatarak oturdu. "Derin'cim sen rakı içmiyor musun?" diye sordu Mesut. "Henüz değil; bir fincan ıhlamura yada kuşburnuna hayır diyemem" dedi. "Hımm, o zaman bizim iksirden içmelisin; bakalım içindekileri çözebilecek misin?" diyerek kalkıp mutfağa gitti. 10 dakika sonra; koca bir porselen demlikle çıkageldi Mesut. "5 dakika sonra tadına bakacaksınız küçük hanım; umarım beğenirsiniz bizim iksiri" dedi.

Aras'ın hiç sesi çıkmıyordu; görünen o ki üçüncü kadeh sonrası mooda girmişti...

"Hımmmm bu çok güzellll" diye bir çığlık atmıştı ilk yudumdan sonra. Arkasından tahminlere başlamıştı; "ıhlamur, adaçayı, karanfil, kuşburnu, tarçın, zencefil, zahter, portakal kabuğu, elma dilimleri, ayva dilimleri, veeee birşey daha ama bulamıyorummm yaaaa"dediğinde Mesut boş gözlerle bakıyordu Derin'e. "Yuh be, bir de biz bununla gizli iksirimiz diye böbürleniyorduk; kızım sen çok fazla ortalıkta konuşma duyan falan olur sonra" dedi. Aras o sırada lafa girdi "ama bak hala bulamadığı birşey var; demek ki hala senin gizli iksirin" dedi.

"Bak gör bulacağım; sen de iksirin adını Derin'in İksiri diye değiştireceksin" dedi en şirin surat ifadesini takınarak. Mesut güldü, "hah sen bul da ben de adını değişitreyim; olur be neden olmasın" dedi. Aras'la bakıştılar, asla bulamayacağı şeydi sonuncusu nasıl olsa. Derin kitabına döndü, Mesut mutfağa gitti; Aras sımsıkı gözlerini kapamış Mesut'un gittiğinden emin olduktan sonra "kayboldum gözlerinde" dedi.

"Haydaaaa, ben daha biraz önce bu sözü söylediği ilk anı hatırlamamış mıydım? Ne yapmak istiyor bu adam bana? Tanrım bana yardım et, ne O'nunla, ne O'nsuz... Birbirimizden uzakta olduğumuzda da aynı şeyleri düşünmek korkutuyor beni, offfff yaa offf"  demekten kendini alamadı; tabi ki içinden.

Mesut bahçenin diğer ucundan bağırarak "Asiye abla ikinizi gördüğünde çok sevinecek; ilk lafı da -hah sonunda- olacak" dedi. Derin gülümsedi başını kitaptan kaldırmadan, sadece yan gözle Aras'a bakıyordu. Aras sessizdi, her zamanki gibi...


Güneş batmak üzereydi; Derin kalkıp bardan kendine bir kadeh aldı, rakısını koydu, sonra Hayal Dünyası'nın mutfağına girermiş gibi mutfağa girdi, yemek hazırlayan aşçının yanından geçerken, "hımmm patlıcanlar kızarıyor enfes" dedi. Hiçbir şeyin yerini bilmemesine rağmen, o zeytin gözler aradığını hemencecik buldu. Koca kaseye salatalık, domates, biraz nane, biraz maydanoz doldurdu; üstüne biraz limon sıktı, bir fiske tuz serpti, koşar adım mutfaktan çıktı.

Bardan buz kovasını alıp şezlonguna geri döndü. İşte güneş batmaktaydı; o gözle görülen kızıllığı tarif edecek söz bulamıyordu. Rakısından koca bir yudum aldı, minik domatese bir ısırık attı, nane yapraklarından bir tutamı ağzına attı ve derinnn bir "ohhhhh" çekti.

Yarım saat sonra, Mesut yemeğin hazır olduğunu söylediğinde Aras beşinci kadehine geçmişti bile. Sofraya kurulduklarında masa bir resmi andırıyordu; her zamanki gibi. Yalnız bu sefer sofrada bir fazlalık vardı; peçetelerin üzerine konmuş lavanta sapları. O anda kafasında şimşekler çaktı "buldummm" diye çığlığı bastı; Aras yerinden fırladı bir anda "neyi buldun ya manyak mısın sen? ne çığlık atıyorsun"; "iksirin içindeki son şeyi buldum"... Mesut "sallama" diyerek kadehleri doldurdu. "Evet buldum; işte bu" diyerek lavanta saplarını gösterdi. Mesut kalakalmıştı; doğruydu çünkü. Her demliğin içine bir lavanta sapı atıyordu. "Nassssıllll yaaaa? değiştirmem iksirimin adını" diye çocuksu bir sesle söylendi.

Gece yarısına kadar sofrada bir güldüler, bir sustular, tıka basa yediler, daha doğrusu Derin yedi, Aras içti. Sofra toplandıktan sonra kahveleri geldi; Derin kahvesini bitirdikten sonra "evettt beyler, yatma vakti gelmiştir. Mesut'cum rica etsem Aras'ın çantasını benim odamdan aldırtır mısın?" diyerek kalktı ve merdivenlere doğru yürümeye başladı. Mesut cevap veremedi, O'nun yerine Aras konuştu "başka emriniz hanımefendi?"...

Derin, arkasına bile bakmadan odaya çıktı, çantayı kapının önüne koydu, kapıyı kapadı ve kilitledi. Yatma vaktiydi... Tek başına... 

Birlikte yol almak



Yola çıkmalarının üzerinden 2 saat geçmişti ama hala İstanbul sınırını terk edememişlerdi. Derin arabayı kullanıyordu; bir taraftan trafiğe küfrediyor bir taraftan da neden feribotla Bandırma'ya geçmediklerine laf ediyordu. Gelibolu'ya yaklaşmak üzereydiler ki yağmur başladı.
"Biliyor musun; en çok bahar yağmurunu seviyorum, toprağa her değişinde yeni bir doğuma hazırlanıyor toprak" küfürlerin arasında kendi sessizliğini bozarak Aras'a baktı.Boş boş yağmur damlalarının cama düşüşünü izliyordu, cevap vermedi.
Biraz daha yol aldıktan sonra, "ileride sağda bir benzinci var oraya gir, hem benzin alalım hem de yola ben devam ederim" dedi. Derin güldü, ama birşey söylemedi.
10 dakika sonra benzincideydiler. Arabayı park etti "çok açım hadi birşeyler yiyelim" diyerek arabadan indi. Benzincinin arkasındaki uçsuz bucaksız tarlaya gözü takıldı; ne ekili olduğunu anlamamıştı ama gördüğü renk cümbüşü inanılmazdı.

Birkaç lokma birşey atıştırıp, yola koyuldular. Aras her zamanki gibi "Lounge" müzik dinleyerek araba kullanıyordu. Derin'in alışamadığı şeylerden biriydi Lounge müzik... Derin, yola çıktıktan hemen sonra uykuya dalmıştı. Rüyasında lavanta tarlasında koşuyordu; lavantalara her dokunuşunda etrafa yayılan o koku kendinden geçiriyor, rüya içinde rüya aleminde hissediyordu kendini.
Arabanın durmasıyla rüyası yarıda kesilmişti. İskeleye gelmişlerdi; Çanakkale Boğazı'ndan esen rüzgara karşı nefes alma vaktiydi. Feribotun kalkmasına yarım saat vardı; Aras köşedeki çaycıdan 2 çay kapıp gelmişti. Konuşmadan çaylarını içtiler; rüzgarın sesini dinleyip, denizi içlerine çektiler. Feribot vakti geldiğinde Derin yürüyerek feribota binmek istediğini söyledi.
3 saat sonra Kaz Dağları'na varmışlardı. Derin'in yola çıktıklarından beri ilk defa gözleri pırıl pırıl parlıyordu. Arabayı park ettiklerinde etrafta kimse gözükmüyordu. Sanki evine gelmişti; arabadan indi çantasını bile almadan bahçe kapısından otele girdi. Aras da arkasından geldi. "E nerede?" diye sorduğu anda bir çığlık duydu; "Aras, kardeşim, sen burada hem de bu kadar kısa zaman sonra?" Mesut, can dostunun sırtına bir yumruk geçirdi ve Derin'e sarılarak yanağına bir öpücük kondurdu. O sırada Derin Aras'la göz göze geldi; o bakışlar kör bir bıçakla can dostunu doğramak istediğini söylüyordu; Derin bundan çok zevk aldı.
"Eee hangi rüzgar attı sizi buraya bakalım?"; Derin gülümsemekle yetindi, Aras ise arkasına bile bakmadan ön bahçeye doğru yürüdü, "hadi bir kadeh rakı koy da şu güzel havanın tadını çıkaralım" dedi sadece.
Derin "benim odam boş mu? anahtarı alabilir miyim?" diye sordu. Mesut da "ikinizin odası da boş" deyince Aras araya girdi "hangi iki oda?". Mesut bıyık altından bir gülümseme fırlatarak Derin'e anahtarını vermek için içeri geçti.
Yarım saat sonra Derin duşunu almış, üstüne temiz birşeyler geçirmiş, aşağı inmişti. Manzara hep aynıydı; ağaçlar arasından gözüken masmavi bir deniz; şezlonga kurulmuş Aras ve yanındaki sehpada duran bir şişe Efe. "Tadını çıkar Derin, görme, duyma, sadece tadını çıkar" dedi kendi kendine.
Mesut ortalarda yoktu; Aras'ın yanındaki şezlonga uzandı ve derin bir nefes aldı. "Özlemişim seni İda" dedi kısık sesle. Aras elini tuttu; ürperdi bir anda. "İda da seni özlemiş güzel gözlü kadın"...

Kapı


Kapılara karşı farklı bir ilgi duyardı kadın... Özellikle eski binaların kapılarının önünden geçerken bir anda duruverir, bazen beş dakika bazen on dakika o kapıdan kimlerin girip çıktığını hayal ederdi.

Sabaha kadar karşılıklı oturmuşlar ve hiç konuşmamışlardı. Arada Derin kendisine bir fincan kahve almak için kalkıyordu; o sırada da "birşey ister misin?" diye soruyordu sadece.

Gün doğarken Aras, balkona çıkıp şezlonga kurulmuş ve kendi kendine konuşmaya başlamıştı. "Ara kapıyı bugüne kadar açabilen kadın o kadar az ki bir elin beş parmağı bile değil; ve sen o kadınların en başındasın. Sen ki kapılara hayranlık duyarsın, evimden içeri girdiğin gün sokak kapısından oda kapılarına kadar tümünü tek tek incelemiş, içlerindeki en iğrenç görüntüye sahip ara kapıya kafanı takmıştın. Evime gelen hiç kimse fark etmemişti o kapının ne anlama geldiğini; bir tek sen, bir tek sen o ara kapının benim dünyama giriş kapısı olduğunu çözmüştün. Şimdi gitmek istiyorsun; peki ben ne olacağım? Bunu hiç düşündün mü? Sana zarar verdiğimi bildiğim için kaçıyorum senden; ama dayanamıyorum, kokunu özlüyorum, sesini özlüyorum, hatta sessizliğini. İşte o zaman dönüp geliyorum".

Derin, yerde bağdaş kurup oturmuş, hiç sesini çıkarmadan dinliyordu Aras'ı. Gözlerinden sicim gibi akan yaşın farkında değildi.

Güneş terastan içeriye doğru burnunu sokmaya başlamıştı. O sırada, Derin hiçbirşey olmamış gibi terasa çıkıp, "hadi gel kahvaltı hazırlayalım" dedi.


Mutfağa geçtiler, buzdolabında ne kadar peynir varsa hepsini tezgaha yığmıştı adam. Bir taraftan çay demlleniyor bir taraftan da portakal, greyfurt sıkılıyordu. Yine sessizdiler. Yarım saat sonra mükellef bir kahvaltı hazırlamışlardı; bir tarafta muhteşem bir omlet, diğer tarafta fırından yeni çıkmış minik sandviç ekmekleri, Küçükkuyu'dan aldığı zeytinyağ, zeyinler, ve Asiye Abla'nın yola çıkarken hazırladığı, bozulmasınlar diye deepfreeze kaldıralan muhteşem çörekler.Tabi ki, minik kırmızı domatesler, yemyeşil biberler, biraz maydanoz, biraz nane...


Kupalara çaylar kondu, koca bardaklara taze sıkılmış meyva suları boşaltıldı. Artık herşey tamamdı. Salondaki orta sehpaya kırmızı keten bir örtü serdi kadın. En şık tabaklarını dizdi sehpaya, kahvaltılıkları yerleştirdi. Karşılıklı oturdular yere ve hiç konuşmadan büyük bir keyifle kahvaltılarını ettiler. "Delisin sen, Kaz Dağlarından döneli ne kadar oldu hala Asiye'nin çörekleri duruyor". "E hepsini bir anda bitiremeyeceğim için 2şerli poşetle deepfreeze yerleştirdim, hiç olmazsa canım çektiğinde keyfini çıkarıyorum çöreklerin" diye cevapladı.

"Hadi kalk özlemişlerdir bizi; Kaz Dağları'na doğru yol alalım. Hem gezmediğin görmediğin köyleri gezdiririm, aklının almayacağı nice güzel ve nice çirkin kapı görürsün" dedi adam. Boş gözlerle bakıyordu Derin.
Yarım saat sonra Murat'ı aramış, çantasını hazırlamış ve her zamanki gibi Issız Adam'ın peşine takılmıştı. Daha 5-6 saat önce "bitmeliydi" diyen kadın şimdi O'nunla yine bir bilinmeze doğru yol almak için kapıdan çıkıyordu.

Tam kapıyı açmıştı ki, asansörün yanına dayalı kocaman bir paket gördü; "hadi koy paketi içeri de gidelim daha geç olmadan" dedi Aras. Derin cevap bile vermeden aynen dediğini yaptı; içindekinin ne olduğunu deli gibi merak etmesine rağmen.

Yarım saat sonra O'nun evindeydiler. Adam çantasına üç beş parça birşeyler koydu; sevgili otel sahibinin en sevdiği şaraptan evde olduğunu hatırladı ve onu da çantasına attı. Artık hazırdılar.

Tam kapıdan çıkacakken Derin birdenbire Aras'a "her gün defalarca yüzüne kapıları çarpıyorum biliyor musun?" dedi.

Adam kadının alnına bir öpücük kondurdu ve kapıyı çekip merdivenlerden ikişer ikişer atlayarak indi...

Bir gece


Issız Adam'a s...i çektiğinde sadece 1 hafta olmuştu cafeyi açalı.

"Yüzsüz herif" diye geçirdi içinden kahvesinden bir yudum alırken. Uzun zamandan beri ilk defa canı içki çekmiyordu bugün. Saat daha 11:00 bile olmamışken başının ağrıdığını söyleyip çıkmıştı Hayal Dünyası'ndan. Öyle bir başağrısıydı ki 15 dakikalık yürüyüş mesafesindeki eve nasıl gideceğini bilmiyordu. Hafta arası olmasına rağmen Tünel ana-baba günüydü. Hava hafif ayaza çekmeye başlamıştı; kaşkolunu boynuna doladı, eldivenlerini eline geçirdi. Tam Tünel girişindeki kestaneciden koca bir paket sıcacık kestane alıp yoluna devam etti.

Evine geldiğinde, sevgili asansörünün çalıştığnı görünce, sevinten çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Asansör 5. kata geldiğinde ışık söndü; neyseki anahtarını daha asansöre bindiğinde çantasından çıkarmıştı. Karanlıkta el yordamı lambanın düğmesini buldu ve tam yaktığında, asansör için atmadığı çığlığı, bu sefer korkudan attı.

"Yaaa manyak mısın sen be adam?" diyebildi. Gözlerini O'na dikmiş olan adam, kendine has güveniyle yanağına bir öpücük kondurdu ve o an Derin'den sıkı bir tokat yedi. Saniyeler içinde gelişmişti ve ne Derin ne de Aras birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı.
Derin, omuz atarak kapısının önünde duran Aras'ı bir kenara itti, ellerinin titremesine hakim olamadığı için anahtarı bir türlü deliğe sokamıyordu. Aras, elini Derin'in elinin üstüne koydu, anahtarı deliğe yerleştirdi ve kapıyı açtı.

Çıt çıkmıyordu ikisinden de. Derin, odasına gidip üstünü değiştirdi, ilaç kutusundan iki tane Cataflam aldı, başucunda duran yarım bardak suyla ilaçları yuttu ve yatağının kenarına çöktü.

Mutfaktan sesler geliyordu, buzdolabının kapısı açılıyor, şişeler çıkıyor, bardak dolabından bardaklar alınıyor; buz kırlıyor ve her buz kırılışında beyninde şimşekler çakıyordu. Ama ne kalkıp içeri gitmeye ne de kavga etmeye gücü vardı. Yatağına uzandı ve gözlerini kapadı.

İki yaz önce, O'nda kaldığı ve arada sadece nefes almak için sokağa çıktığı o iki haftayı hatırladı. Gündüz uyuyorlar, hava karardığında yataktan çıkıyorlar, her gece en az bir şişe rakıyı bitiriyorlar, gecenin ilerleyen saatlerinde önce sevişiyorlar ve her sevişmelerinden sonra O'nun sardığı otu çekiyorlardı. Üçüncü günden sonra bünyesi bu tempoya alışmıştı. Boşuna arkadaşları O'nun için Yarasa demiyorlardı. Bazı geceler eve gelen insan sayısı 10u buluyordu; gelen direk mutfağa dalıp ya içki aranıyordu yada yiyecek birşeyler. O'ndan başka herkese aitti sanki evi. Ama O bu kalabalıktan hoşnuttu; yalnız kaldığında bunalıma giriyordu.Yada bunalıma girdiğinde yalnız kalmayı tercih ediyordu. Çözememişti kadın...

Bir gece, geldiğinden beri beşinci kez aynı filmi seyrederlerken kapı çaldı. İlk defa o gece ne ev telefonu çalmıştı, ne de cep telefonu. Birkaç dakika geçtikten sonra kapı yine çalmıştı. Aras küfrederek kalktı ve kapıyı açtı. Derin filmi seyretmeye devam ediyordu, nasıl olsa mabedin mürtilerinden biri gelmiştir diye geçirmişti içinden.

Kapıdaki "neden telefonların kapalı? saatlerdir seni arıyorum" dediğinde Derin irkilmişti. Aras kadına cevap vermeden Derin'in yanına geldi ve kucağına uzandı. Kadın eve girmişti, ama kapının önünde duruyordu kıpırdamadan. Aras'ın bu davranışının karşısında Derin de sessizliğini bozmadı; ama ters giden birşey olduğunu anlamıştı. Bu kadını hiç görmemişti.

Biraz sonra rakısının bittiğini söyleyen Aras "hadi sevgilim bana rakı koy" deyip Derin'in kalkması için kanapenin diğer tarafına geçmişti. Kadın hala aynı yerde duruyordu. Derin kalkıp mutfağa gitti, buzdolabından rakıyı çıkarttı ve salondan gelen bir şangırtıyla yerinden sıçradı. Kadın küfrediyordu ve sehpanın üzerinde duran ne varsa yere fırlatıyordu. Sıkışıp kalmıştı mutfakta. Gözü duvardaki saate takıldı ve saniye kolunun hareketine odaklandı. Salondan gelen sesleri, küfürleri duymuyordu artık. Zamanın farkında değildi ama, aradan 15 dakika geçmişti duvardaki koca saat öyle söylüyordu.

Eline batan camla kendine gelmişti; bardağı o kadar çok sıkmıştıki, sonunda kırılmış ve avucunun içine cam parçaları saplanmıştı. "Arassss" diye bağırdı ve olduğu yerde yere yığıldı. Dolaba yaslanmış elinden akan kanı seyrediyordu. Aras, mutfağa geldiğinde Derin'in gözlerinden sicim gibi yaş akıyor, yaşlar elinden akan kana karışıyor ve taşa yayılıyordu. Sakince Derin'i kaldırdı, banyoya götürdü, elindeki cam kırıklarını temizledi, bir bezle sardı ve yere oturttu. "Bekle burada" dedi.

Hem banyonun kapısını hem de ara kapıyı kapayarak salona geçti. İçeriden yine sesler geliyordu, ama kelimeleri seçemiyordu.

Ne kadar zaman geçmişti farkında değildi, 5 bilemedin 10 dakika sonra "gümmmm" diye bir sesle sokak kapısının kapandığını duydu. Aras yanına geldi ve sıcak suyu açtı. Su ısındığında, O'nu soydu ve banyoya soktu. Yarım saat boyunca Derin'i sabunladı, yıkadı, sabunladı, yıkadı... Sanki bütün pisliklerden sevgilisini arındırmak istiyordu. Yavaşça banyodan çıkardı Derin'i ve koca bir havluya sardı. Kızıl saçlarından sular damlıyordu yere. Saçlarını da kuruladı, giyinme odasından bir eşofman aldı ve O'nu giydirdi.

Derin hiç konuşmuyordu; Aras'a yaslanarak odaya gittiler. Yatağa yattığında arkasını döndü ve küçük bir çocuk gibi bir kenara büzüldü. Aras biraz yanında yattıktan sonra, uyuduğuna emin oldu, kalktı ve içeri gitti. Oysa Derin uyumamıştı; sadece gözlerini kapamıştı. Eli zonkluyordu; mutfaktan gelen sesleri dinledi, dinledi, dinledi.

Aras, mutfağı temizlerken kendi kendine konuşuyor arada "Orospu" diye küfrediyordu.

Derin bunları hatırlarken Aras içeride üçüncü kadehine geçmişti bile. Bu arada Derin'in başağrısı da hafiflemişti, kalkabilirdi artık yataktan.

Her zaman yaptığını yaptı, kendine koca bir fincan kahve hazırladı, bir sigara yaktı ve salona geçti. Salonda sadece camın önündeki minik abajurun ışığı yanıyordu.

"Böyle olmayacak" dedi kısık bir sesle... Adam dönüp O'na baktı, "ne olmayacak?" dedi.

Büyük bir yudum aldı kahvesinden ve "yeter artık yoruldum ben, evet sana aşığım, sensiz nefes alamıyorum, ama yeter artık Aras" dedi...

Issız Adam her zamanki gibi susarak, kadını bir kez daha sessizliğiyle cezalandırıyordu...

Açılış

Uykusuz geçen 36 saatin sonunda açılış gününü 5 kere duşa girmekten her tarafı buruş buruş karşılayacak olmasına rağmen duşa girmeyi düşündü ve son anda vazgeçti; sadece 2 saat olmuştu duştan çıkalı. Giyinme odası bütün evi kaplamışken her zaman yaptığını yaptı; kahvesini hazırladı, sigarasını yaktı ve mutfak-salon-giyinme odası yada diğer bir deyişle Bermuda Şeytan Üçgeni'nde üstüne geçireceği birşeyler arandı durdu. İmkansızdı ama... Bu karmaşada bırak üstüne geçireceği birşey bulmak kendini kaybetmekten korkuyordu... Aklına Lacivert Deri ceketi geldi, ve küfrü bastı.

Sonunda, bir jean çekti altına; beyaz bir gömlek geçirdi üstüne... Makyajını yapmak için banyoya geçti. O an fark etti üstüne geçirdiği gömleğin kendisine ait olmadığını... Çıkaramadı, en azından O'nun kokusunu bu şekilde hissederse heyecanını biraz olsun bastırabilirdi.

Makyajını bitirdi, en sevdiği parfümü üzerine boşalttı, küpelerini, bileziklerini taktı ve O'nun aldığı eşarp-fular bozması şeyi boynuna sardı. Hazırdı artık. Aynada kendisine baktığında hiç de patron gibi gözükmüyordu, zaten öyle de gözükmek istemiyordu. Çantasına makyaj malzemelerini doldurdu, sigarasını, telefonunu ve parfümünü de attı içine. Ayağına yeni aldığı çizmelerini geçirdi ve evden çıktı.

Alt katta oturan ev sahibinin kapısını çaldı; "hadi gidiyoruz, aşağıda bekliyorum sizi" diyerek merdivenleri ikişer ikişer indi.

Yarım saat sonra Cafe'deydiler... Kapıdan içeri girdiğinde barın oradan Murat kolundaki saati gösteriyordu; annesi reçel kavanozlarına çiçekleri yerleştirmiş, masalara diziyordu, sandalye ustasıyla Çukurcuma'lı dostu etrafı kolaçan ediyordu.

Çok şanslıydı, hayatında ilk kez birileri O'nun için birşeyler yapıyorlardı. Ev sahibi Gönül hanımın elinde çok şık bir paket vardı, apartmandan çıktıklarında fark etmişti ama yürürken sohbete daldıklarından paketi unutuvermişti.

Gönül Hanım elindeki "Hiref" yazan paketi uzatırken "Murat'ı tembihlemiştim, Nazarlığınız benden diye, neyseki etrafta nazarlık görmüyorum" diyerek Derin'e sarılmıştı. 

Yeni dostlarını ve ev sahibini annesine emanet etmiş, mutfağı kolaçan etmeye giderken Murat "ya burada bir sürü paket var bir baksan" diyerek mutfağa gitmesini engellemişti. "Murat'cım mümkünse onları benim odaya taşıyalım, gecenin sonunda birlikte açarız hepsini, hatta paket yırtmaca oynarız ne dersin, ben bir mutfağa bakayım" deyip, en şirin gülücüğünü fırlatarak mutfağa girdi. Herşey hazırdı, elleri terliyordu sadece. Bir kadeh birşey içmesi gerekiyordu ama saat daha dört bile olmamıştı.

Aslında açılış yapmak gibi bir niyeti yoktu, Murat bir arkadaşına bahsetmişti bu Cuma kapılarını açacaklarından, zincirleme bir sürü insan öğrendi böylece. Oysaki niyeti üç-beş arkadaş, bir kaç aile ferdiyle ilk geceyi minimum heyecanla atlatmaktı. Ama saat 7yi gösterdiğinde içeride oturacak yer kalmamıştı, sigara içenler dışarıda ayakta takılıyorlardı, çünkü sandalyeler, tabureler yetmemişti.

O kadar çok insana "hoşgeldiniz" dediki, sesi kısılmıştı. Arada Murat'ın eline tutuşturduğu kadehler, annesinin, Gönül Hanımın ağzına tıktığı lokmalar olmasa ya bayılacaktı yada kaçıp gidecekti.

Saat bire geliyordu, Meriç uğradı... Yanağına kocaman bir öpücük kondurdu, bir kadeh rakı içti ve ertesi gün öğle yemeğini birlikte yemek için Derin'den söz alarak gitti.

Son misafirleri gittiğinde saat 3:30u gösteriyordu, çalışanların yüzünde tatlı bir yorgunluk vardı, annesi ile Gönül Hanım çocuklara acıdıklarından etrafı toplamalarına yardım ediyor, Murat'sa odaya taşıdıkları paketleri cafenin ortasına yığmakla uğraşıyordu.

Sonunda paketleri tek tek açmaya başladılar, herkes elindeki ilk paketi özenle açtı, ama sonra hepsi saçmaladıklarını fark edip paketleri parçalamaya başladılar.

Paketlerin birinden bir fotoğraf çıktı, üzerine bir not iliştirilmişti "eksiklik 2 güne kadar tamamlanacak", fotoğrafta ise kıpkırmızı bir kütüphane duruyordu... Çukurcumalı dosttan kalbe ok gibi saplanan bir hediye...Gözleri yaşardı... Son günlerde gözlerinin yaşarmadığı pek bir an yoktu, etrafındakiler de alışmıştı bu duruma.

Son paket annesinden geldi... "Bu da benden canım"... İçinde bir fotoğraf vardı, paketin şeklinden anlamıştı. Kraft kağıdına sarılmış, kırmızı kadife kurdeleyle bağlanmış paketi açtığında gördüğü resimle bir an neye uğradığını şaşırdı.

Dördü bir sofra etrafında oturuyorlardı, Derin 15 yasında, kardesi ise 11... Dördünün birlikte çektirdikleri son fotoğraftı bu; üzerinde hepsinin imzası vardı... "Annemmmm" diyebildi sadece...

Hayal Dünyası

"Devren Kiralık" tabelasını gördüğü anda hayatında ilk defa sadece ve sadece kendisi için birşeyler yapması gerektiğini anlamıştı. Boşuna değildi 10 dakika sonra camdan o ilanı indirmesi. Evet ya, ilk defa kendisi için bir çılgınlığa kalkışıyordu. Tamam, Issız Adam hayatının en büyük çılgınlığıydı ama bu kendisine ait olacak tek şeydi.

3 ay nasıl geçmişti anlayamamıştı; uykusuz geceler, dekorasyon için uzun yol tepmeler, kahve ve sigarayla geçen günler... Ama değmişti, Hayal Dünyası tam istediği gibi olmuştu. Dünle bugün bir araya gelmişti. Kristal apliklerle bezeli duvarlarda siyah-beyaz İstanbul fotoğrafları iç içe geçmişti. Araya sıkıştırılmış aile fertlerinin resimleriyse, kapıdan her içeri girdiğinde O'nu bazen 70lere, bazen 40lara götürüyordu.

Deri koltuklar için az kapı çalmamıştı. Genç kızlığından beri Chesterfield bir kanapeye sahip olmayı hayal etmişti; Çukurcuma'da kanapeyi gördüğünde "artık kavuşma zamanı" demişti orta yaşlı kadına... Kadın da bakakalmıştı yüzüne anlamsızca.. Sonra oturup kahvelerini içerken ilk ne zaman bu kanapeyi gördüğünü, o günden beri sahip olmayı ne kadar çok istediğini, ama her zaman kanapenin önüne geçen öncelikleri olduğundan ertelediğini anlattığında kadın anlamıştı ne demek istediğini.

Aynı dükkanda kristal apliklere gözü ilişmişti. 12 apliği kadın hediye etmişti Hayal Dünyası'na, her bir çift farklı renkte kristallere sahipti. O koşturmaca sırasında, aklına takılan birşey oldu mu, özellikle mobilyalarla ilgili, ilk o kadının kapısını çalıyordu. Annesiyle aynı yaştaydılar, zevkleri aralarındaki 25 yaş farka rağmen aynıydı. Evindeki kırmızı kütüphaneyi anlattığında kadın gülerek "biliyor musun benim de salonumda ceviz oturma takımının ortasında kıpkırmızı ultra-modern bir sehpa var" demişti. Bir kanapenin hayatına böylesine bir güzellik katacacağını bilseydi, çokkk daha önce gider bu kapıyı çalar ve kadınla tanışırdı. Doğru zaman dedikleri bu olsa gerekti.

Mermerden çok fazla hoşlanmasa da, tüm masaların tablalarını mermerden ayaklarını da ahşaptan seçmişti; aynen mutfağındaki "sevişme" tezgahı gibi. Evi gibiydi Hayal Dünyası da; hayatına bir yerden girmiş olan herkesden ve herşeyden izler taşıyordu.

Bar için tezgah seçmek istediğinde "mermer" demişti; "masalara da uyum sağlar böylece" diye düşünmüştü. Barmen Murat hayatına yeni girmişti o sıralar; "hayır mermer bar olmaz" diye itiraz etmişti. "Eğer barın arkasında ben duracaksam ceviz bir tezgah olmalı, yada en azından ahşap olmalı, her dokunduğumda o tezgaha beni canlandırmalı; tamam masalara karışmıyorum ama sen de barıma karışamazsın" demişti gecenin saat 3ünde. İtiraz edememişti, haklıydı çünkü. İlk ceviz barı gördüğü yeri hatırlamaya çalıştı, İstanbul'da mıydı yoksa sırt çantasını alıp kendini bir anda buluverdiği Milano'da mı? Hatırlayamadı, ama Murat haklıydı, mermerden bir bar cansızlaştıracaktı Hayal Dünyası'nı.

Sandalyeleri seçerken satıcı gence "vallahi benim kıçım nereden rahat ederse, misafirlerimin de orada rahat eder, o yüzden hiç rahatsız şeyler göstermeyin bana" demişti. Çocuğun yüzü kızarmıştı. 4 saat sonra "galiba budur" dediğinde, çocuk dayanamayıp "sanırsın ki Versailles Sarayı'na sandalye seçiyorsunuz" deme gafletinde bulunmuş ve ne olduğunu anlayamadan kadının hışımla dükkandan çıkışına bakakalmıştı.

Sandalyeler için de Çukurcuma'ya indi, yeni arkadaşı O'na yol gösterirdi nasıl olsa. Kadın bir mucizeydi resmen, 1 saat sonra Perşembe Pazarı'nda sandalyecilerin kralına götürmüştü O'nu. O "kıçının" rahat edeceği birşeyler arıyordu, sandalye ustası da O'nun aradıklarından başka birşey bilmiyordu. 1 saat sonra sandalyelerin şekline karar vermişler, modern ama Chesterfield kanapeye uygun deriyle kaplı sandalyeleri olmuştu. Adam bir hafta içinde sandalyeleri hazır edeceğini söylemişti.

Hayatında ilk defa yukarılardan bir yerlerden bir elin uzandığını hisseder olmuştu. Özel hayatı bok gibiydi, ama Hayal Dünyası ile ilgili herşey hayal ettiğinin de ötesinde ilerliyordu.

Sandalyeleri seçtiği günün akşamında "sevgili" barmenine "artık eve gitme vakti geldi, bu geceyi de sabahlayarak geçirirsem yarın Zincirlikuyu'da buluşmak zorunda kalabiliriz" demişti. Murat kahkahayı basmış elindeki bezi kafasına fırlatmıştı.

Eve giderken yolun üstündeki pizzacıdan prosciuttolu rokalı bir pizza ile adını sanını bilmediği bir kırmızı şarap almıştı. Nedense bugünü kutlamak istiyordu.

20 dakika sonra pizzasını tabağına koymuş, koca kırmızı şarap kadehini vişneden mürdüme çalan şarapla doldurmuş, kanapesine kurulmuştu. Kemikleri sızlıyordu yorgunluktan, ama çok huzurluydu.

Tabaklar, bardaklar, çatal-bıçak tamamdı, masalara minik kavanozlar koymak geldi aklına. Her gün taze çiçek koyacağı minik reçel kavanozları daha da sıcak bir hale sokacaktı cafeyi, "hay aklımı seveyim" dedi kendi kendine.

Bir anda canı ot çekmişti. O an ürperdi. İşte Issız Adam'ın hayatına kattığı çılgınlıklardan biri de buydu. Kalktı, yatak odasına gitti, en üst çekmeceden sarma sigara paketini aldı ve salona döndü. 2 dakika sonra sigarası hazırdı, tek eksiği ottu ama olsun bu kadarına da razıydı.

Ertesi gün cafeye gittiğinde gözlerine inanamamıştı, tek eksiği sandalyelerdi, tabi bir de reçel kavanozları. Eğer bu fikrini Murat'la paylaşırsa kaçıp gideceğinden korktu, birşey diyemedi. "Sen dün gece evine gitmedin mi?" diye sordu; Murat o sırada içki şişelerini yerleştirmekle meşguldü. "Hayır prenses sadece ben değil hiç kimse eve gitmedi, sana sürpriz yapmak istedik". Koşar adımlarla Murat'ın yanına gitti ve yanağına hiç de yadsınamayacak bir sesle koca bir öpücük kondurdu, "sen bir tanesin Murat" dedi.

Mutfak hazırdı, şimdi kapıyı açsalar müşterilerini ağırlayabileceklerdi, tamam sandalyeleri henüz yoktu ama bir Chesterfield kanapeleri, 6 tane berjerleri, masaları hazırdı, ve tabiki Murat'ın ahşap barı ve tabureleri de. "Hadi gel seninle küçük bir işimiz var" diyerek Murat'ı kolundan çeke çeke bardan çıkardı. Tünel'den Galatasaray'a doğru yürüyerek Paşabahçe'ye geldiler, "bak Murat şimdi alacaklarıma karışmayacaksın, anlaştık mı?" dediğinde Murat "anlaşıldı yine itiraz edeceğim birşeyler almaya kalkacaksın ve ben de burada sinir krizi geçireceğim" dedi gülerek. Paşabahçe'den çıktıklarında ellerinde 5 poşet vardı, reçel kavanolarıyla dolu. Hiç sesini çıkarmamıştı Murat O sepetleri doldururken. O'nun bu keyifli halini seyrettikçe mutlu oluyordu. Hayal Dünyası kapılarını açmaya hazırdı artık.

1 hafta sonra sandalye ustası sözünü tutarak sandalyelerle gelmişti. Her biri aynı elden çıkmıştı, ama hepsinde gözle görülemeyecek kadar ufak nüanslar vardı; bunu bir tek O görebiliyordu. "Ellerine sağlık ben bu kadarını hayal etmemiştim" diyebildi adama gözlerinde biriken yaşları tutmaya çalışırken.

O akşam kapılarını açmaya sadece 2 gün kala, Cafe için gecesini gündüzüne katan kim varsa hepsine elleriyle yemekler hazırladı. Sabahın ilk saatlerine kadar yediler, içtiler, güldüler...

Ama kalbindeki burukluk hala aynı yerinde duruyordu; "ah be Aras" diye geçirdi içinden kapıdan çıkarken...

Eski defterler


Öyle anlar vardı ki hayatında, kendini dibe batmış buluyor, tam gün ışığını gördüm derken, adam ayağına bir çelme takıyordu. Ve her çelme takışında da "adını bir daha anmayacağım Aras" diye kendi kendine sözler verip, hem de tutamayacağını bile bile, hayatına devam etmeye çalışıyordu.

Hayal Dünyası zamanının çoğunu alıyordu. Alıyordu almasına da geceleri evinden içeri girdiğinde yine tek başına kalıyordu.

O yalnız gecelerden birinde terasta oturmuş kitap okurken telefonu çalmıştı. Arayan eski kocasıydı; "haydaa" diyerek telefonu açtı "hayırdır?" Boşanmalarının üzerinden 3 yıl geçmişti ve sadece annesi hastalandığında telefonlaşmışlardı. Onun dışında ortak arkadaşlarıyla bir araya gelecekleri zaman her ikisi de birbirinin olmadığı programları seçmeye çalışıyorlardı. "Kusura bakma gecenin bu saatinde rahatsız ettim... Cafenin önünden geçiyordum, bir an seni aramak geldi içimden" dedi adam. Derin kalakalmıştı, evet ya kesin bir gariplik vardı kendisinde, bütün deliler O'nu buluyordu. "İyi ettin diyeceğim garip olacak, ama adet yerini bulsun bari. Nasılsın?", "İngiltere'den yeni döndüm, 4 aydır evden uzaktayım, iş güç koşturmaca, yorulmuşum. Birkaç gün sonra tekrar yola çıkacağım; dedim ya Cafenin önünden geçince seni aramadan duramadım". Derin bir an düşündü; "yalnız mısın?" diye sordu; adam biraz önce arkadaşlarından ayrıldığını otoparka doğru yürüdğünü söyledi. Derin bir an duraksadı "teras çok keyifli, bir kahve içmek için uğrarmak ister misin? Hem sen benim evimi de görmemiştin" dedi. Ağzından çıkanlara kendisi de inananmıyordu; ama çıkmıştı bir kere. Adam da şok geçirmiş olmalıydı ki sessizliğ bozan Derin oldu "naz yapacaksan başka kapıya, adam gibi kahveye davet ettim geleceksen gel yok gelmeyeceksen kapatıyorum telefonu" dedi. Adam "ok" diyebildi ve telefonu kapadı. Derin elinde telefon "bakalım kaç dakika sonra aklı başına gelecek?" diye düşünürken telefonun çalmasıyla irkildi bir anda. "Ben de merak ediyordum koca İstanbul'da benim evi nasıl bulacaksın diye. Cafe'ye yakın mısın? Eğer öyleyse barmen Murat'a git o sana evi tarif etsin, gelirken de bir şişe J&B kap Cafeden" diyerek adamın cevap vermesine fırsat vermeden telefonu kapadı; ve hemen Murat'ı aradı, kısaca olayı anlattı ve oturduğu rahat sedirinden kalkıp odasına gitti. Üstünü değiştirdi, bir fincan daha kahve hazırladı kendine ve Leonard Cohen'in sesine kaptırarak kendini eskiye doğru bir yolculuk yaptı.

Master başvurusunda bulunmak için üniversitenin yolunu tutmuştu. Boğaz'dan esen rüzgara karşı bahçede yürümek zordu, o sırada çantasından sigara çıkarmaya çalışıyordu ve O'nunla çarpıştı. "Özür dilerim" dedi ve hızlı adımlarla adamın yanından uzaklaştı.

Yarım saat sonra başvuru evraklarını doldurmuş ve kahve vaktinin geldiğine dair beyni sinyaller göndererek ana binadan çıkmıştı. Bahçenin bir ucunda bulunan, öğrencilerin takıldığı "kantin-cafe" görünümlü küçük binaya geldiğinde çarpıştığı adam karşısına çıkmıştı. "Merhaba ben demin çarptığınız ama çarptıktan sonra yüzüne bile bakmadığınız Emre" demişti adam. Yakışıklı değildi, ama kendine güvenen tavrı çok hoşuna gitmişti Derin'in "merhaba ben de yüzüne bile bakmadan özür dileme yüce gönüllülüğünü gösteren Derin" dedi. Gülüştüler. "Buranın yabancısısınız herhalde" dedi adam. "Hımm master başvurusunda bulunmak için gelmiştim. Beynim -kahve- sinyalleri verdi de; bir fincan kahveden sonra işe döneceğim" dedi. Adam birlikte kahve içmeyi teklif etti. 1 saat boyunca havadan sudan konuştular, ikişer fincan kahvelerini içtiler, çoktan geç kalmıştı işe. "Artık kalkmalıyım, iş beni bekler" dedi. Ayağa kalktığında Emre elini tutar gibi yaptı, sonra da "pardon" dedi. Birlikte bahçeden çıkışa doğru yürüdüler. Emre sessiz yürüyüşlerini ıslığıyla bozuyordu, yada kendince renklendiriyordu. Kapıya vardıklarında Derin kahveler için teşekkür etti, o sırada Emre de kartını uzattı. "Senin istediğin yerde ve istediğin zamanda kahvelerin karşılığını ödeyebilirsin" dedi ve Derin'in yanından uzaklaştı.

Tanışmalarının üzerinden 6 ay sonra, Roma'da evlendiler... Yanlarında 20 kadar arkadaşları ve aileleri vardı. Müthiş bir balayı programı vardı önlerinde. 1 ay boyunca Avrupa'yı gezeceklerdi, ki Derin bacağını kırdı. Amsterdam'da bisikletten düşerek ayağını kırma becerisine ancak Derin sahip olabilirdi zaten.

1 haftalık balayından sonra Derin ameliyat oldu ve doktor uçabilirsin dediği anda soluğu İstanbul'da aldılar. Emre dert etmemesini söylemişti. Önlerinde daha uzun zaman vardı ve balayını planladıkları gibi geç de olsa bitireceklerdi. 5 yıllık evlilikleri içinde yaptıkları en uzun tatil 5 günü geçmemişti ve balayı programı hiçbir zaman tamamlanamamıştı.

İkisi de huysuzdu; evliliklerinin kavgasız geçen gün sayısı arka arkaya 5 günü bulduğunda hemen kutluyorlar ama kutlamanın akabinde mutlaka birbirlerine giriyorlardı yine.

Sonunda dayanamayan Emre oldu, bir akşam eve geldi ve "boşanalım" dedi. Evlilik teklifi de bu şekilde tek kelimeyle gelmişti "evlenelim". Derin hiç düşünmeden "evet" demişti; hem evlilik teklifine hem de boşanma teklifine. 1 ay sonra boşanmışlardı. İşin ilginci boşandıklarını uzun bir süre ne arkadaşlarına ne de ailelerine söylemişlerdi. Derin böyle uygun görmüştü; Emre zaten İngiltere'deki ofise transfer olmuştu, herkes Derin'in de işinden ayrılmasını beklerken bir akşam yemeğinde herkese boşandıklarını söylemişlerdi.

Kapı çaldı, aynada kendisine baktı ve kapıyı açtı. Emre elinde bir buket çiçek, Murat'ın kırmızı kurdeleyle süslediği bir şişe J&B karşısında duruyordu. Aynen 8 yıl önce çarpıştıkları gibiydi, kendine güvenen Emre, ama daha karizmatik yada o an Derin'in gözüne öyle gözükmüştü. "Hoşgeldin" diyerek çiçekleri aldı ve "sen terasa geç geliyorum" dedi. Emre salonda Derin'i beklemeye başladı. "Kahve?", "e J&B'yi boşuna mı taşıdım?" diye cevap geldi salondan. 5 dakika sonra bir tepside kadehler, buz kovası, J&B ve fıstık dolu bir kaseyle salonda gözüktü Derin. "Hava çok güzel gel terasta oturalım" diyerek Emre'nin önünden terasa çıktı. Emre kadehleri doldurdu, "sana" diyerek kadeh kaldırdı. Derin gülümsedi. Yarım saat havadan sudan konuştular, Emre İngiltere'de neler yaptığını anlattı, Derin nasıl bir anda işten istifa ettiğini, ve nasıl 10 dk'da cafeyi tuttuğunu anlattı. Sanki iki eski dost yıllar sonra bir araya gelmişlerdi. Aradan ne kadar geçtiğinin farkında değildi Derin, ama şişe neredeyse bitmek üzereydi. "Çok içtin araba kullanamazsın, bu gece burada kal, sabah güzel bir kahvaltı ederiz sonra gidersin" dedi. Emre'nin değil araba kullanmak 5 kat aşağı inmeye bile gücü yoktu. "ok şekercim" dedi. Derin kalkıp küçük odaya geçti ve Emre için yatak hazırlamaya başladı. Salonda bıraktığı telefon çalıyordu, "offf be gecenin bu saatinde" diye söylenerek salona geldi ve telefona hiç bakmadan açtı. Telefonun ucundaki o an hiç beklemediği bir sesti. "Geliyorum" dedi. Derin'in boğazı düğümlenmişti, "gelemezsin çünkü misafirim var. Ayrıca her geliyorum dediğinde gelebileceğin bir yer değil burası, cehenneme kadar yolun var" dedi ve telefonu kanapeye doğru fırlattı. Emre terasın kapısında O'nu syrediyordu. Derin birşey söylemeden, içeri gitti; Emre de peşinden.

O sabah Derin uyandığında Emre yanında yatıyordu. Bir an hayal gördüğünü sandı. Ama gördüğü hayal değil koca bir gerçekti. Gece Emre'yle beraber olmuştu, sevişmişlerdi. Ve aptal Derin ne kendine ne Emre'ye kızıyordu. Bunun tek suçlusu Aras'dı.

Sessizce kalktı ve mutfağa gitti. Bir sigara yaktı, kahvesini hazırladı ve Aras'la "sevişmek" için aldıkları tezgah bozması masaya yaslanarak kahvesini içmeye başladı. "Lanet olsun Aras sana" dedi kısık sesle...