28 Mayıs 2011 Cumartesi

Bugün



Sabah, daha doğrusu öğleye doğru, gözlerini açtığında battaniyeye sarınmış halde buldu kendini. Yalnız başınaydı, ama işin ilginci çırılçıplaktı. Üstüne birşeyler geçirdi, balkonun kapısını açtı, gayri ihtiyari sağına baktı. Ama orada değildi. İçeri girdi, koyu bir kahveye ihtiyacı vardı. Saatine baktığında gözlerine inanamadı, neredeyse bire geliyordu. Uzun zamandır bu kadar uyumamıştı, daha doğrusu bu saate kadar uyumamıştı. Cafeden eve dönüşü bazen üçü buluyordu, ama saat sekiz dedin mi ne olursa olsun yataktan fırlıyordu.

Kahvesini alıp balkona çıktı ve bir çığlık attı. Bu adam nasıl bu kadar sessiz hareket edebiliyordu? Daha 5 dakika önce yoktu, şimdi ise her zamanki yerinde oturuyordu.

"Ya öğlen olmuş neden beni uyandırmadın?" deyince Aras "uyandırmak mı? kızım kapıyı indirdik Mesut'la oralı bile olmadın" diye cevap verdi. Cevap vermeden içeri girdi. Kitabıyla sigarasını aldı ve bahçeye indi. Şezlonglardan birine kuruldu; bardaki çocuktan kendisine bir sandviç hazırlamasını istedi. Sonra da kitabına daldı. Sandviçi geldiğinde çok da birşey okuyamamıştı. Ağacın etrafında koşuşan yaratığı seyretmekle meşguldü; önce anlamamıştı ne olduğunu sonra fark etti ki küçük bir sincap ağaçlar arasında koşup duruyordu.

Büyük bir iştahla sandviçini yedi, gökyüzünü seyretti. Mavinin bu kadar farklı tonu olduğunu buraya geldiğinde fark ediyordu; ne evinin terasından ne de başka bir yerden gökyüzü bu kadar mavi gözükmüyordu.

Ne Aras ne de Mesut ortalarda gözükmüyorlardı; kafasını kaldırıp balkona baktı Aras orada da yoktu. Canı yürümek istiyordu... Odasına çıkıp arabanın anahtarlarını almayı düşündü, ama sonra vaz geçti. Köyden aşağı doğru yürümek iyi gelecekti.

Kitabını bara bıraktı, ve hızlı adımlarla otelden çıktı. Patikadan aşağı doğru yürümeye başladı, çalıların üstüne bastıkça çıkan ses çok sesli müziği andırıyordu; bir tarafta sopranolar, bir tarafta tenorlar... Ve kuş sesleri... Arada patika darlaşıyor, o zaman da etraftaki çalılarla bir bütün oluşturuyordu. Çalıların arasından geçerken de elleri çiziliyordu. Ayağı bir taşa takılınca sendeledi, durmak zorunda kaldı. Nefes nefese kalmıştı; sanki arkasından biri kovalıyormuşcasına hızlı adımlarla yürümek hatta koşmak onu yormuştu.


Aslında yola az kalmıştı; ama kendini hiç de o kadar güçlü hissetmiyordu. Biraz akıllı olsa yanına bir şişe su alırdı; ama onu otelden kovaladıkları(!) için ne su almıştı yanına ne de para. Arkasına dönüp baktığında, bayağı dik bir patikadan aşağı inmeye çalıştığını fark etti. Ayaklarına kara sular inmişti; ama sahile inmeliydi. Kahveye gidip ayaklarını uzatmalı ve günün tadını çıkarmalıydı.


15 dakika sonra sahildeydi; ayakkabılarını çıkardı ve kumsalda çıplak ayak yürümeye başladı. Çakıl taşları ayağına batıyordu; ama hissetmiyordu. Kıyıya vuran dalgayla ayakları ıslandı; su soğuktu. Biraz sonra dizine kadar denizde yürüyor buldu kendini. İlaç gibi gelmişti. Asiye'nin sesiyle kendine geldi "güzel gözlüm napıyorsun buz gibi suda?"; "geliyorum" deyip çakıl taşlarına basa basa kahveye yürüdü.

Kahveye vardığında Mustafa arka bahçedeki hortumla ayaklarını yıkayabileceğini söylediğinde, "boşver be Abi, kalsınlar böyle. Ama sen bana közde kahve yaparsan hiç hayır demem. Yalnız baştan söyleyeyim, beş kuruş para yok üstümde!!" deyince Mustafa elindeki şeker kavanozundan bir kesme şekeri kafasına fırlattı "eşşek" diyerek.

Kahvesini yudumlarken sahildeki martıları seyrediyordu. Koluna dövmesini yaptıracak kadar hayranlık duyduğu bu kuşlar kadar özgür olmak nasıl bir duyguydu acaba?

Asiye yanına geldiğinde hala martıları seyrediyordu.

"Güzel gözlüm be merakımı bağışla ama artık sormadan edemeyeceğim; Mustafa duymasın beni. Ne oluyor size? Yani ikiniz birlikte misiniz? Evli değilsiniz onu biliyorum da? Anlamıyorum be güzel gözlüm. Aras buraya neredeyse hiç gelmezdi; geldiğinde de 1 gece kalıp dönerdi. Ama şimdi?"...

"Yok be Asiye Abla, aslında bizim için söylenecek söz yok. Daha doğrusu biz yok. 20 yıla yakın süredir tanırız birbirimizi ama o kadar işte". "Ne demek o kadar be kızım? Sen onun gözlerinde kayboluyorsun görmüyor muyum sanıyorsun?"...

Derin'in gözünden bir damla yaş süzüldü yanağından. "Tamam tamam sustum" diyerek saçlarını okşadı Derin'in.

Yarım saat sonra Mesut geldi; herkes Derin'i arıyordu. "Mustafa abi aramasa balık için biz hala hanımefendi nerede diye aranıp duracağız?" dediğinde, Derin "komiksiniz ben çocuk muyum?" dedi. "Sen değilsin ama, seninki çocuk".


"Mesut, bana defter kalem lazım. Otele dönerken alabilir miyiz? Ama benim üstümde para yok". Mustafa, Mesut'a dönüp "ya ben bu İstanbulluları anlamıyorum be oğul, kahve istiyorum ama param yok, defter almak istiyorum ama param yok, ne bu ya?";

"Boşver Abi, bunlar böyle bizim gibi köyde yaşasalar paranın ne kadar kıymetsiz olduğnu anlayacaklar ama İstanbul'da nefes almaları bile parayla bilmiyor musun? Bir kaç gün kalsınlar bak ben onları nasıl adam edeceğim?"

Otele döndüklerinde Aras ortada yoktu, Derin odasına çıktı ve kendini doğru duşa attı. Sıcak suyun altında kendinden geçtiği bir anda bir el hissetti sırtında. Gözlerini sımsıkı kapadı ve "beni yıkar mısın?" diyen o huzur dolu sesi duydu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder