28 Mayıs 2011 Cumartesi

O'nun Evi


İlk defa evinden içeri girdiğinde garip bir huzur kaplamıştı yüreğini. O kadar uzun zamandır tanıyordu ki O'nu, bu huzur çok garip gelmişti. Hayatı iniş-çıkışlarla dolu serserinin biriydi adam, ama o evde garip bir huzur vardı. "Eee ne zaman geliyorsun?" diye sormuştu uzun zaman sonra ilk karşılaştıklarında. Kadın şaşırmıştı; "nereye geleceğim?"; "saçma demişti" adam, "tabiki benim evime".

Hayatında garip şeyler oluyordu, bir gün ortada hiç bir sebep yokken "işi bırakıyorum" demişti; işyerindekiler söylediğine inanamamışlardı. 15 senedir aynı yerde çalışıyordu. Sanki ilk nefesini burada almıştı, son nefesini de burada verecekti gibi geliyordu; hem ona hem de etrafındakilere.

Kendisi bile aldığı karara inanamıyordu, ama sakindi. Bitmeliydi, bitmişti. Artık burası ona hiçbir şey vermiyordu, kendini işe yaramaz hissediyordu. Ve çıkmıştı ağzından bir çırpıda "işi bırakıyorum".

İşi bıraktıktan sonra uzun bir tatile çıktı. Önce Antakya'ya gitti, sokaklarda kayboldu, her öğünde künefe yedi... Sonra, Bodrum'a geçti, aylardan Nisan'dı ve Bodrum'un sessizliğinde baharın tadını çıkardı. Bodrum'dan İstanbul'a dönmesi 10 gününü aldı. Dönüş yolunda durmadık yer bırakmadı. İşte İstanbul'a döndüğü ikinci gün karşılaşmışlardı. Uzun zamandır birbirlerini görmüyorlardı.

"Tamam yarın akşam o zaman" diye cevap verdi. "Anlaştık, sekizde bekliyorum" diyerek yanından uzaklaştı kadının.

Çocukluğundan beri yüksek tavanlı, dar çerçeveli camları olan binalara hayranlık duyardı. Adamın yaşadığı ev de aynen o hayranlık duyduklarındandı. Evin iki kapısı vardı, tüm eski evlerde olduğu gibi; ana giriş kapısı ve mutfak kapısı.  

Bir erkeğin evine giderken çiçek götürmek komik olurdu, ama sokakta yürürken çingenenin sepetindeki şebboyları görünce dayanamadı ve koca bir demeti kucaklayarak kapısını çaldı. Kalbi güm güm atıyordu. Adam tüm sevimliliğiyle kapıyı açtı ve "hoşgeldin canım" diyerek yanağına bir öpücük kondurdu. "Şebboylar mevsimin en güzel çiçekleri" deyip kadının elindeki demeti alıp mutfağa yöneldi. Vazo benzeri bir şişeye su doldurup şebboyları içine yerleştirdi ve salona geri geldi.

Kadının gözü tavandan sarkan avizeye takılmıştı; eski kristal bir avizeydi. Evdeki elektronik aletlerle ve modern mobilyalarla aslında hiç de bağdaşmayan kocaman kristal bir avize ve karşılıklı duvarlarda asılı altın varaklı kocaman iki ayna.

Eski bir şöminesi vardı, etrafındaki çoğu taş kırılmış, boşluklara tahta parçalar yerleştirilmişti. Bir keresinde, seneler önce, adam kendisini anlatırken "iyi bir zanaatkar" demişti kendisi için. Herhalde böyle birşeydi zanaatkar olmak; kırık taşlar yerine sokakta bulduğu tahta parçalarını bir yerlere sıkıştırmak. 

"Evet bu akşamki menümüzde mantarlı ve sebzeli tavuk, buharda pişmiş, yanında çıtır salatalıklar ve kıpkırmızı domateslerle bezeli marul salatası, içine bir kaç dilim ekşi elma attım, ve tatlı var hanımefendi. Ben yemeği hazırlarken kendime bir kadeh rakı koymuştum, sen rakı mı içersin yoksa bu süslü yemekle şarap mı içmek istersin?" diye sorduğunda, "rakı" diyebilmişti sadece.

Beyninden cümleler geçmesine rağmen ağzından ancak tek tük kelimeler çıkıyordu kadının.

Bir kadeh rakıyı yarıladıktan sonra, tüm sessizliğini üzerinden atmış ve adamla derin bir sohbete dalmıştı. "Bu kadar senedir birbirimizi tanırız ama hiç bu eve gelmemiştim" dedi kadın. Adam "galiba zamanlama dedikleri şey bu olsa gerek, doğru zamanda doğru yerde doğru insanla olmak" diyerek kadının gözlerine baktı. Kısa bir sessizlik oldu, aslında bu sessizlikte gözler konuşuyordu, ama sessizlikti işte adı.

Kapının çalmasıyla irkilmişti kadın; "hah geldi" deyip kapıya doğru bir iki adım attığında kadın dayanamayıp sordu "kim geldi?", şimdi kimdi bu, bu gece başbaşa olacaklarını düşünmüştü, bu kadar da düşüncesiz olamazdı, evine ilk defa çağırdığı bir arkadaşı varken başkalarına ne gerek vardı. "Sürpriz" dedi adam. Kadın kalkıp mutfağa doğru yürüdü, rakısı bitmişti. O sırada adam kapıyı açtı "teşekkürler" dedi ve kapıyı kapadı. Kadın mutfakta ne olduğunu merak ederken bir taraftan da açık vermemeye çalışıyordu. Rakısını koydu ve salona doğru ilerledi. Adam elindeki paketlerle mutfağa gitti, ve kadının yanına geldi.

Kadın o geceyi sanki tekrar yaşıyordu, gözlerini kapadı ve adamın yüzünü gözünün önüne getirdi.

Saat ilerliyordu, daldan dala atlayarak bir gülüyorlar bir susuyorlardı. Kadın "Eee ne zaman tavuğun tadına bakıyoruz" dediğinde saat onbuçuk olmuştu bile. "Evetttt, prenses acıkmış" diye güldü ve "sen kıpırdamıyorsun, ayaklarını uzat, TV seyret, ben birazdan geliyorum" dedi ve mutfağa gitti. 15 dakika sonra elinde bir tepsi ile geldiğinde kadın gözlerine inanamdı, sanki çok luks bir lokantada servis yapılıyordu. Tepsinin üstünde beyaz keten bir peçete, porselen tabakta tavuklarla mantarlar dans ediyor, marulun üstünde salatalıklarla domatesler taht kurmuş, ekşi elmalar da tahtın etrafındaki şaşalı süslere benziyordu. "Hadi canım" diye haykırdı kadın. "Sen beni ne zannettin" diye kahkahayı bastı adam.

Adam, elleriyle yemeği yedirdi kadına. Hayatında bu kadar şımartılmamıştı, belki çocukluğunda ama sonra kimse ona böyle şeyler yapmamıştı. 3-5 lokmadan sonra kadın "tamam" dedi. Adam tepsiyi mutfağa götürdü, rakılarını tazeledi ve kadının yanına geldiğinde "kalk evi gezdireyim sana" dedi.

Mutfağı görmüştü, bir misafir banyosu vardı. Kapıyı açtığında modern bir lavaboda altın yaldızlarla eskitilmiş musluğu ve kristal apliği gördüğünde gülümsedi. Garip bir evdi burası. Koridordan içeri doğru geçtiklerinde karşılıklı 3 odası vardı; iki yatak odası ve bir giyinme odası. Yatak odaları ortak bir balkona açılıyordu; sonradan o balkonda yerde oturup gün doğumunu seyredeceği çokkkk sabah yaşayacaktı. "İşte" dedi adam "hayatta bana ait olan tek şey, evim"...

Salona dönmek için adım attığında adam kadının elini tuttu ve "buraya gel" dedi. Kadın duraksadı ve adamla gözgöze geldiğinde kendini o gözlerde kaybolmuş hissetti. Bir an bütün vücudunu ter bastı. Beyni hayır demesini söylüyordu ama kalbi ağır bastı. Hiç cevap vermeden adamın peşinden yürüdü.

İşte bu evdeki ilk gecesi bir tesadüf karşılaşmayla başlamış ve bugünlere gelmişlerdi.

O'nu ilk tanıdığı günden beri hayatındaki kadınların bazen tek gecelik bazen de üç beş gecelik olduklarını biliyordu; biliyordu bilmesine de o gece o da diğerleri gibi karşı koyamamıştı. O'na her baktığında o gözlerde kaybolmak herşeye bedeldi.

O ev, ki ne fırtınalar yaşanmıştı, aklına geldikçe kadına hala huzur veriyordu.

Kadın, o geceden sonra geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmıştı; bile bile...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder