31 Aralık 2013 Salı

Bu sene sonunda muhasebe yapmayacağım...

Yılın son günü gelene kadar 2013 muhasebesini yapmakla uğraşıyordum; bu sabah uyandığımda vazgeçtim!

Yapmıyorum kardeşim yılın muhasebesini... 

Şükürlerim var benim Tanrı'ya; 41ime girdiğimde söylediğim gibi... Muhasebeye ne gerek var!

Şükürler olsun Tanrım sana; hayatımdaki en değerli varlığım, kızım, canım, kanım, uğurböceğim, Defne'm için...

Şükürler olsun Tanrım sana; bana katlanan bir koca verdiğin için:) 

Şükürler olsun Tanrım sana; can parem, hayatımın nefesi, annelerin en cadısı, bitanem, gözümün nuru, annem için...

Şükürler olsun Tanrım sana; küçüğüm, canım, hayatımın ışıltısı, bitanecik kardeşim, en tatlı belam Kerem'im için...

Şükürler olsun Tanrım sana; 32 yaşıma kadar beni ve Kerem'i gözünden bile sakınan bir babaya sahip olduğum için...

Şükürler olsun Tanrım sana; kocaman bir ailem olduğu için ve bu kocaman aileye sonradan katılan gelincik için...

Şükürler olsun Tanrım sana; benimle konuşan, benimle susan, sırdaşım, kardeşim, kızımın anne yarısı, can dostum için...

Şükürler olsun Tanrım sana; bizlere evlerini, yüreklerini açan can arkadaşlarım için...

Şükürler olsun Tanrım sana; bir şekilde hayatımıza değmiş, bir şekilde hayatlarımızda acı-tatlı izler bırakmış insanlar için...

Şükürler olsun Tanrım sana; bugün bizimle olmayan çocukluğumun en güzel anlarını bana yaşatan Ninem için... 

Şükürler olsun Tanrım sana; Defne'mi kucaklayacak kadar hayatımızda kalan Berşan'ım, anneannem için...

Ve dileklerim var...

Önce ailem ve arkadaşlarım için... Huzurun, sağlığın, bereketin, mutluluğun bollaşarak arttığı bir yıl olsun...

Ülkem için.... 2013'de yaşanan kötülükleri, ölümleri, hırsızlıkları bizlere unutturacak kadar barış dolu, keyifli, yaşanabilir, en önemlisi de huzurlu bir yıl olsun...

Ay yani kısaca;

Aşk olsun, para olsun, heyecan olsun, keyif olsun, sevinç göz yaşları olsun! 

Yetmez mi???

Sevgiyle...





4 Ekim 2013 Cuma

Nasıl da geçti seneler...

İnsan, yaşamı boyunca farklı karakterlerde insanları bazen dost, bazen arkadaş, bazen bir düşman olarak hayatına katar. Bir de zorunluluktan hayatına katılmış insanlar vardır; ailen ki zaten onlardan vazgeçmen imkansızdır...

Seçim yapmak ilk anda zordur; tanımak gerekir, aynı sofrayı paylaşmak, yeri geldiğinde aynı bardaktan su içmek gerekir; ancak ondan sonra kişi senin hayatındaki yerini bulur.

Bir de ilk göz göze geldiğin anda hayatının bir parçası olacağına inandığın insanlar vardır. Ne yaparsan yap işte o anı değiştiremezsin; ya senin bir parçan olur, ya da düşmanın. Nereye gidersen git bir gölge gibi arkandan gelir... Ya seni korumak için, ya da zarar vermek... 

O parçan olan kişi ile ağlarsın, gülersin, kavga edersin, konuşmazsın, küsersin, hatta nefret bile edersin de kopup gidemezsin. Aldatırsın, aldatılırsın ama her şeye rağmen öyle bağlısındır ki ona bir adım geriden geliyor mu diye hep bir gözün arkada yürürsün...

Sözlükte karşılığını bulabildiğin bir duygu değildir yaşadıkların; ama benim için "can olma" tanımı böyle bir şey işte...

Eğer bu kişi kadınsa, annen olur, ablan olur, öğretmenin olur, sırdaşın olur, çocuğuna ikinci bir anne olur. Yeri gelir sen hasta yatağında yatarken, sana çocuğu gibi bakar, seni sabırla yıkar, yemeğini yapıp elleriyle sana yedirir. İlginçtir ki, kadından dost olması da çok zordur çünkü kadın erkeği değil aslında diğer kadınları kıskanır. En yakın arkadaşından kocasını kıskananlar mı istersin, yoksa oğluna hiçbir kızı beğenmeyen anneleri mi? 

Zordur kadın olmak, daha doğrusu dengeli bir kadın olmak... Senden beklentiler o kadar yüksektir ki, etrafındaki kadınlarla öyle bir yarışa girersin ki, seni yer bitirir yeri geldiğinde diğer kadınlar.

Ama yine de vardır böyle kadınlar hayatına soktuğun; nefesin olur gün gelir... Hatta bu kadınlarla boş boş oturup susarsın da en çok... O susmanın verdiği dayanılmaz hafiflik işte o paha biçilemez bir duygudur!

Eğer bu kişi bir erkekse, bil ki seninle evlenen adam değildir bu! Çünkü evlenemezsin bu adamla; eğer evlenirsen aynı anda ne senin baban olur, ne abin, ne sevgilin, ne düşmanın, ne canın, ne nefesin; büyüsü bozulur işte. Evlenmezsin ama hep hayatının bir köşesinde tutarsın onu. Bilirsin, o nefese ihtiyacın olduğunda bir telefon uzaklığındadır... Kıskanmazsın da o erkeği; sen istediğin anda hep senindir o, bir tek senin. Bu adamlardan da az vardır aslında; eğer kader senin karşına böylesini çıkarmışsa çok şanslısındır...

Hayat akmaya devam ederken bir de bakmışsın yaş 41 olmuş, muhasebe yapacak çok şey birikmiş hayatında... İşte bugün de öyle bir gün, 21 senenin muhasebesinin yapıldığı bir gün...

Yine şükrettiğim bir gün... 21 senedir hayatımın parçası olmuş can için Tanrı'ya şükretme günü bugün...

İyi ki kesişmiş yollarımız... İyi ki hayatımdasın... Hep kal... 


27 Ağustos 2013 Salı

41...

Şaka gibi geliyor resmen... Ben ne zaman büyüdüm de 41 oldum... Hiç geçmiyor dediğimiz zaman bu kadar mı çabuk geçmiş! 

Evet ya ben 41 oldum... İlkokula başladığım gün dün gibi... 5.sınıfa geldiğimde saçlarımın kesilmesiyle anneme küsen ninemin gözlerindeki kızgınlık geliyor gözümün önüne, sanki dün yaşamıştık o sahneyi...

İnkılap Tarihi'nden aldığım ilk 3'le hayatım darmaduman olmuştu... Oysa daha ne yenilgilerle karşılaşacaktım hayatta...

Her yenilginin karşısında dimdik durmayı öğreten, beni sarıp sarmalayan, kendi doğrularım olsun diye bana her zaman güvenen, yoluma çıkan engelleri birer birer ortadan kaldırmam için bana hep cesaret veren, isyanlarıma isyan etmeyen, beni canından çok seven bir annem olduğu için şükürler olsun Tanrım sana! 

Benim bir damla göz yaşımın karşılığında hüngür hüngür ağlamış, Ahmet'e beni teslim ederken o dev boyuna yakışmayacak şekilde sesi titremiş, Defne doğduğunda O'nu uzaktan seyretmiş, dokunmaya kıyamamış, bugün beni gökyüzünden seyrettiğine inandığım bir babam olduğu için şükürler olsun Tanrım sana!

Annemle babamın göz bebeği, çocukluğunda düz duvara tırmanan, can parçam, kardeşim, Kerem'im olduğu için şükürler olsun Tanrım sana!

19 yıldır beni idare eden, arada beni çıldırtan, yeri geldiğinde kahkahalara boğan, Defne'min babası, hayatımı paylaştığım adam için şükürler olsun Tanrım sana!

Gözlerini dünyaya bizim evimizde açmayı seçen, hayatımızı renklendiren, neşe kaynağım, uğurböceğim, nefesim, canım, kanım, güler yüzlü prensesim, Defne'm hayatımda olduğu için binlerce şükür Tanrım sana!

41'e gelene kadar hayatıma bir yerlerden eli, yüreği değmiş, beni üzen, beni seven, beni eleştiren, benimle aynı yolda yürüyen, beni düşman belleyen, beni kıskanan, beni evine alan, almayan, herkes için binlerce şükür sana Tanrım! Onlar sayesinde eğriyi, doğruyu öğrendim! Onlar sayesinde engelleri aşmayı öğrendim, affetmeyi ve yola devam etmeyi öğrendim...

Evet ya ben 41 oldum...

Hadi bana 41 kere maşallah :) 










25 Nisan 2013 Perşembe

Kırmızı

Emre'nin kollarına yığılan Derin ateşler içinde yanıyordu. Emre, önce üstündekileri tek tek çıkardı, sonra banyoda sıcak suyun altına soktu. Derin hiç konuşmuyordu; Emre bir bebeği yıkıyordu sanki.  Banyodan sonra saçlarını kurutup hemen yatağa yatırdı.

"Sıcak bir fincan ıhlamur sonra da ilaç içeceksiniz küçük hanım; ateşin almış başını gidiyor. Bugünden itibaren benim sözüm dinlenecek bu evde."

Derin hiç cevap vermedi; sadece gözleri hareket etti.

Emre mutfakta bir taraftan ıhlamuru kaynatmakla uğraşıyordu diğer taraftan ilaçların bulunduğu çekmece ile boğuşuyordu.

"Tanrım, Derin neden her el attığım çekmece aynen sana benziyor, karmakarışık!" Kendi kendine konuşurken telefonu çaldı; arayan Murattı.

"Emre, geldi mi Derin eve?"

"Geldi Murat, sırılsıklam olmuş, kollarıma yığıldı kapıda. Ne yapacağım ben bu kadınla Murat? Ne yapacağım Allah aşkına bir şey söyle"

"Emre sadece sakin ol, ben akşam uğrayacağım. Hep birlikte bunun altından kalkacağız, Derin'i kaybetmeye hiç mi hiç niyetim yok".

"Gelirken birkaç şişe şarap getir, gece uzun".

"Anlaştık, başka birşeye ihtiyacın olursa haber ver."

"Ok"

Ihlamur hazırdı; Derin gelmeden önce hazırladığı çorbayı önce bir kaseye koydu, ilacı buldu ve odaya gittiğinde Derin'i uyurken buldu.

Uyandırmaya kıyamadı, kenarda duran koltuğa çöktü ve Derin'i seyretmeye başladı.

2 saat kadar sonra Derin gözlerini açtı, karşısında O'nu seyreden Emre'yi buldu. "Susadım", Emre mutfağa gidip bir bardak su getirdi. "Şimdi çorba içme vakti küçük hanım; sen yataktan çıkma ben şunu ısıtıp geleyim".

Derin yatağının içinde sessizce düşünüyordu; nasıl bu noktaya gelmişlerdi? Bu insanlar nasıl hayatının içinde başrolü almışlardı bir anda? O mu kapıyı açmıştı yoksa? Tüm bunları aklından geçirirken Emre elinde bir tepsi ile içeri girdi.

"Sen çok terlemişsin, hemen üstünü değiştiriyoruz arkasından çorbanı içiyorsun. Telefonun salonda ve sessizde kim ararsa arasın sana ulaşamayacak ben tamam diyene kadar küçük hanım. Şu andan itibaren bu evde ARAS adı anılmayacak. Yarın, Aras'la ilgili bu evde ne varsa direk çöpe gidecek. Beni anladın mı Derin?"

"Bir liste ver elime de hata yapmayayım bari. Ne bu böyle Emre? Ne yapıp ne yapmayacağım beni ilgilendirir. Yeter herkesin hayatıma müdahale etmesi. Ben yarın köye gidiyorum, Aras'la yüzleşeceğim. Ve buna kimse engel olamayacak. Sonra, sonra ne yapacağımıza karar veririz!"

"Derin sen anlamadın galiba beni? Bu iş bitti!!!! Ve sen yarın köye falan gitmiyorsun"

Derin tam ağzını açacaktı ki Emre'nin gözlerinde çakan şimşekleri gördü; hali yoktu Emre ile tartışmaya şu an, bu güçsüz haliyle karşı çıkamazdı Emre'ye; sustu.

Üstünü değiştirdi, çorbasını içti. İçinden çığlık atmak geliyordu, etrafındaki herşeyi kırıp dökmek istiyordu.

1 saat sonra biraz daha kendine gelmişti. Yatmaktan sıkılmıştı. Tam o sırada kapı çaldı; Gönül hanımdı gelen. Emre ile sessizce birşeyler konuşuyorlardı, duymasına imkan yoktu. Gücünü toplayıp kalktı yataktan. Koridorda duraksadı; Emre'nin "hayır Gönül hanım izin veremem Derin'e; gidemez köye" deyişini duydu.

Salona girdiğinde Emre kırmızı dolabın üstüne oturmuş elinde sigarası sinirden çıldırmış gibiydi.

"Hoşgeldiniz" dediğinde Gönül hanım ayağa kalktı ve Derin'e sarıldı.

"Güzel kızım, yarın köye ancak ben de yanında olursam gidebilirsin. Murat bizi götürür; sonra da döneriz".

Derin'in her zamanki gibi gözlerinden yaşlar süzülüyordu.Hayatına anlam katan, her kararına destek olan bu kadını ne yapmıştı da hak etmişti acaba?

Emre dışarıda işlerinin olduğunu söyleyip, çıktı gitti. Gönül hanım, Derin için kanapeyi boşalttı; battaniyesini getirdi.

"Sen biraz buraya uzan, ben evden birşeyler alıp geliyorum güel kızım. İstediğin birşey var mı?"

Derin kafasını salladı sadece.


Gönül hanım çıktıktan sonra etrafta telefonuna bakındı; ama göremedi. Ev telefonuna da baktı, o da yoktu ortalarda. Besbelli Emre saklamıştı...

Yarım saat sonra anahtar sesine gözlerini açtı; Gönül Hanım elinde koca bir buket mor frezya ile gelmişti.

"Hadi bakalım biraz gözümüz gönlümüz açılsın, ferahlayalım".

"Ben bir duşa gireceğim Gönül hanım, Sizi yalnız bırakmamda bir sakınca yok değil mi?"

"Yok güzel kızım; ben de mutfakta birşeyler hazırlayayım sana, güzel bir çay demleyeyim de birlikte içelim."

Minnet borcu nasıl ödenir bilemiyordu Derin. Ve gün geçtikçe bu minnet borcu çok artmaya başlamıştı.

Sıcak duş iyi gelmişti; seyahate çıkmadan önce aldığı yeni eşofmanlarını giydi; gitmeden önce yıkamamıştı ama mis gibi kokuyorlardı; Gönül Hanım'ın işiydi kesin bu.

Salona geldiğinde çay hazırdı, sehapnın üstü çeşit çeşit kurabiye ve cupcake doluydu.

Kanapeye kuruldu ve mis gibi çayın kokusunu içine çekti. Tam o sırada kapı çaldı. Gelen Emre'ydi. Elinde kocaman kırmızı bir abajur vardı; Derin soran gözlerle baktı:

"Eve gelirken aşağıdaki dükkanda gördüm, seveceğini düşündüm, aldım".

Peki ya Emre'yi hak etmek için ne yapmıştı? Aras'a saplantılı halde aşık olduğunu bile bile hiç bırakmamıştı O'nu; en ihtiyacı olduğu anda bitivermişti yanında. Londra'da birlikte oldukları gecenin sabahında yanında Emre yatmasına rağmen "Aras" demişti de yine Emre elini tutmuştu...

Kırmızı dolap, kırmızı abajur...

Bu eve gelene kadar evine tek bir kırmızı obje almayı hayal bile edemeyen ben, bugün kırmızı dolabıma ve yeni kırmızı abajuruma bakarken bir kez daha "nefes" aldığıma şükrediyorum diye içinden geçirdi.

Akşam karanlığı çökmeye başlamıştı; Gönül hanım mutfakta yiyecek birşeyler hazırlamış, evine inmek için izin istiyordu.

"Derin'cim, eğer gitmeye karar verirsen saat kaç olursa olsun beni arayacaksın; ben 15 dakika da hazırlanırım. Tamam mı? Anlaştık mı?"

"Tamam Gönül hanım; zaten tek başıma o yolu alamam. Sizin elinizi tutarsam daha güçlü olurum."

"İyi geceler Emre"

"İyi geceler Gönül Hanım"

Gönül hanım kapıyı açtığında karşısında Murat'ı gördü; "hoşgeldin Murat oğlum, hadi size iyi geceler" deyip merdivenleri yavaş yavaş inmeye başladı.

Murat'ın eli kolu doluydu. Bir kaç şişe kırmızı şarap, cafenin özel peynrileri ve zeytinleri kocaman bir pakete sığmıştı.

Derin biraz uzanacağını söyleyerek odasına geçti.

Emre pikaba yeni aldıkları bir plağı koydu; aslında plak 1960'lardan kalma Nat King Cole'a aitti. Derin içeriden gelen hafif müzik sesiyle uykuya daldı.

Rüyasında salonu bomboştu; sadece kırmızı dolabı ve kırmızı abajuru şöminenin karşısındaydı. Yerde tek başına bağdaş kurmuş oturuyordu.

Bir anda gözlerini açtı, etrafına bakındı odasındaydı.

Emre ile Murat içeride film seyrediyorlardı. Yanlarına gitti "Murat bir kadeh de bana koy hadi" diyerek Emre'nin yanına kıvrıldı. Saklayacak birşeyi yoktu; artık hayatına devam etmeliydi ve Emre doğru insandı.







5 Nisan 2013 Cuma

Geç de kalmış sayılmazsın... OTIZMI FARK ET YAŞAMI PAYLAŞ... #2NisanOtizmOrtakYayin


Bu blogu açtığım günden beri çok da üstüne düşmedim; belki de yazmak istediklerimi sadece ben okusam yeterli geliyordu; amacım birilerine sesimi duyurmak değildi... Biraz karalamak yetecekti!
Twitter'dan takip ettiğim az sayıda insan var; bunlardan biri de İrem Afşin; kendi deyişiyle "Asberger Kahramanı" Nazım Özgün'ün Annişi:) Kaleminden ne kelime dökülürse dökülsün; hep bir umut var yazdıklarında en umutsuz anında bile... Hiç tanışmadım kendisiyle, kısmet belki bir gün tanışırız, yüz yüze sohbet ederiz...
Bugün sayfa O'na ait... Farkında olmak için görmek lazım...
Sevgiyle dolsun yürekleriniz...
#2NisanOtizmOrtakYayin /  #otizmifarketyasamipaylas

2 NİSAN DÜNYA OTİZM FARKINDALIK GÜNÜ…NİSAN DÜNYA OTİZM FARKINDALIK AYI….

ORTAK YAYIN YAZISI – M. İREM AFŞİN                                                      2 Nisan 2013

Otizm… Yaşamın farklı bir penceresi…

 

Nisan… Aylardan bahar. Havada baharın müjdecisi kokular, yavaş yavaş açan çiçekler, cıvıltıları ile hayatımıza neşe katan kuşlar, güneşin sıcak ışığına kavuşan dünya. Nisan, ruhumuzu aydınlık günlerde ferahlattığımız ay.

Nisan, 2008 yılından bu yana, dünya üzerinde yaşayan milyonlarca çocuk ve aileleri için çok başka bir anlam daha taşıyor: OTİZM.

2 Nisan, tüm dünyada otizm konusunda farkındalık yaratarak otizmden kaynaklanan sorunlara çözümler yaratmak amacıyla, 2008 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Otizm Farkındalık Günü” olarak ilan edildi. Her yıl, “Otizm Farkındalık Ayı” olan Nisan ayı boyunca dünya genelinde otizmin sorunlarını ve çözümleri konuşuluyor, araştırmaların teşvik edilmesi ve erken teşhisle tedavinin yaygınlaştırılması hedefleniyor.

Oğluşum Nazım Özgün ile otizm labirentine adım attığımız o ilk günden bugüne 8 yıl geçti. Otizmin karmaşık fırça darbeleri yüzünden, hayatımızın yol haritasını yeniden tanımladık. Bazen düşününce sanki otizmden önce bir hayatımız yokmuş gibi hissediyorum. Çok eskiden kendini fanusuna kapatmış ruh bebeğimin, şimdi benimle hayatı paylaşması nasıl bir mucizedir, çok iyi biliyorum.

Otizm, doğuştan gelişen, genetik altyapıya dayanan, karmaşık nörolojik-biyolojik tabanlı bir gelişim bozukluğu. Başkalarıyla etkileşimde bulunmayı engelleyerek bireyin kendi iç dünyasıyla baş başa kalmasına yol açan otizm, genellikle 3 yaştan önce ortaya çıkarak çocukların sosyal iletişim, etkileşim ve davranışlarını olumsuz olarak etkiliyor.

Amerikan Sağlık Bakanlığı verilerine göre bugün dünya genelinde okul çağındaki her 88 çocuktan biri otizm teşhisi alıyor. Otizm erkek çocuklarda kız çocuklara oranla 3-4 kat daha fazla görülüyor, her 54 erkek çocuktan biri günümüzde otizm riski taşıyor. Dünyada son yıllarda şeker, kanser ve AIDS dahil olmak üzere bir çok hastalıktan daha fazla sayıda otizm teşhisi alınıyor.

Ülkemizde sağlıklı istatistikler olmaması nedeniyle, Otizm Platformu’nun öngördüğü verilere göre, tahmini olarak 550.000 otizmli birey ile 0-14 yaş grubunda 150.000 civarında otizmli çocuk bulunduğu “varsayılıyor.” Otizmli bireylerin ebeveynleri, kardeşleri, yakın akraba ve çevreleri de hesaba katıldığı zaman, Türkiye’de her ile yayılmış durumda otizmden etkilenen 2 milyondan fazla vatandaşımızdan bahsedebiliriz.

Otizmin kapısını açmak için ilk önemli adım, erken teşhis. Otizm, yaklaşık bir yaş civarında ilk belirtilerini gösteriyor. Annenin sesi ve gülümsemesi gibi sosyal uyaranlara bebeğin tepkisiz kalması veya tepkilerinde yavaşlık olması, göz teması kurmada zorluklar, motor gelişmede ve taklit becerilerinde gecikme, uyku ve yemek düzeninde sorunlar ilk belirtiler arasında sayılabilir. Çok yaygın bir yanlış kanı, özellikle erkek çocukların geç konuştuğu veya anne/babası geç konuşan çocukların da geç konuşacağı düşüncesi… Ve erken teşhis, otizmli çocuğun gerekli eğitim ve tedavileri alarak hayata katılması için ilk önemli adım.

Eğer çocuğunuz;

Ø  Sizinle ve başkalarıyla göz kontağı kurmuyorsa,

Ø  İsmi söylendiğinde veya çağrıldığında dönüp bakmıyorsa, söyleneni işitmiyor gibi davranıyorsa,

Ø  Konuşmada yaşıtlarının gerisinde kalmışsa, başkaları ile söyleşiyi başlatma ya da sürdürmede belirgin bir bozukluğu varsa, basmakalıp, yineleyici (ekolali) ya da özel bir dil kullanarak garip konuşuyorsa veya konuşması hiç gelişmemişse,

Ø  Gözleri sık sık bir şeye takılıp kalıyorsa,

Ø  Anlamsız gülme veya ağlama krizleri varsa,

Ø  Parmağıyla istediği şeyi işaret ederek göstermiyorsa,

Ø  Oyuncaklara amacına uygun oynamayı beceremiyorsa, yaşıtlarının oynadığı oyunlara ilgi göstermiyorsa,

Ø  Ellerini kanat gibi çırpma, parmak uçlarında yürüme, kendi çevresinde veya eşyalar etrafında dönme, sallanma, çırpınma şeklinde garip ve yineleyici hareketleri (stereotipi) varsa,

Ø  Bir şarkının bir bölümünü tekrar tekrar söylemek, dolapların kapaklarını sürekli olarak açıp kapatmak, ayak parmaklarının ucunda odanın bir ucundan öbür ucuna koşturmak, bazı eşyaları döndürmek veya sürekli sıraya dizmek gibi çeşitli ilgi ve davranış takıntıları varsa,

Ø  Günlük yaşamındaki düzen ve program değişimlere aşırı tepkiler veriyor ve uyum sağlayamıyorsa,

Ø  Kendisine ve çevresine yönelik zarar verici davranışlara sahipse,

vakit kaybetmeden teşhis için uzmanlara başvurmak gerekiyor.

Otizmin tedavisi var mı? Otizm, beş bilinmeyenli bir denklem gibi: Nedenleri tam olarak saptanamadığı gibi tek bir kesin tedavisi de günümüzde “henüz” mevcut değil! Otizm, toplumsal fark, ırk, dil, din gözetmiyor, çocuk yetiştirme biçiminizle veya sosyo-ekonomik koşullarınızla da ilgilenmiyor. Genetik faktörlerin yanı sıra, çevresel koşulların – yanlış beslenme, çevre kirliliği, kimyasal maddeler, yanlış ilaç kullanımı, ağır metaller, aşılarda bulunan bazı koruyucu maddeler vb.- otizmi tetiklediği düşünülüyor.

Otizmde biyolojik tedaviler ile ilgili çalışmalar devam ederken, bugün için kabul edilen en önemli tedavi aracı, erken yaşta verilmeye başlanan yoğun bireysel özel eğitim. Doğal gelişim gösteren her çocuğun kendiliğinden öğrendiği her şeyi, otizmli bir çocuğa özel eğitim yardımı ile öğretmek zorundasınız. Bu durum bazen iğneyle kuyu kazmaya benzese bile, her otizmli çocuk kendine göre bir öğrenme biçimine sahip. Önemli olan, kapıyı açacak doğru anahtarı bulmak.

Bilimsel olarak erken yaştaki çocuk için kanıtlanmış yoğun eğitim süresi haftada bireysel ve grup eğitimi olarak 40 saat. Oysa ülkemizde sosyal güvenlik kapsamında “otizm özel eğitim raporlu” çocuklar için aylık 6- 12 saat olan özel eğitim süreci, dünya genelinin oldukça gerisinde kalıyor.

Otizmli çocukların mutlaka eğitim sistemi içinde yer almaları gerekiyor. Çünkü eğitim, otizmli birey için her şeyden önce “tedavi” anlamına geliyor. Otizmi diğer engel gruplarından ayıran en önemli fark;  erken tanı ve erken bireysel/kaynaştırma eğitimiyle otizmli çocukların sorunlarının büyük bir kısmını aşmaları.

 

Oysa yaşamın gerçeği hiç de böyle söylemiyor size! Oğlum Nazım Özgün ile okul öncesi eğitim, ilkokul ve ortaokul süreçlerinde yaşadıklarımız, ayrımcılık hikayelerinden ibaret.  Otizmli/Aspergerli çocuk, genellikle bilgi eksikliğinden kaynaklanan dirençleri nedeniyle, okul yönetimleri, öğretmenler ve diğer veliler tarafından okulda “istenmeyen çocuk” ilan ediliyor. Kaynaştırma raporlarına rağmen, okul idareleri otizmli kaynaştırma öğrencisinin kaydını almak istemiyorlar. Okul yaşamı esnasında yaşanan sorunların büyük bir kısmını hoşgörü, anlayış ve bilgi yetersizliğinin giderilmesi ile çözebiliriz, yeter ki toplum tarafından yaşamın her anında bizlere dayatılan en büyük “engel” olan ayrımcılığı yok edelim!

Otizmin oldukça karmaşık yapısı, otizmli bireyle birlikte ailesi başta olmak üzere yakın çevresindeki herkesi hayatın tüm evrelerinde etkiliyor. Otizmli bir çocuğun ilerlemesinde en büyük sorumluluk ailelerde, en ağır yük de annelerin omzunda! Otizmden etkilenen bireyin ve ailesinin her şeyden önce yalnız ve ötelenmiş bir hayata mahkum edilmemesi için, özellikle doğal gelişim gösteren çocuk ebeveynlerinin toplumsal yaşamı bizimle paylaşmayı öğrenmeleri gerekiyor.

 

Oğluşum, benim uğur Böcüğüm, aldığım her nefesin anlamı, yaşam öğretmenim! O’nunla birlikte otizmle mücadele ederken, mutluluğun tek bir bakış veya tek bir kelimeden ibaret olduğunu görme fırsatım oldu. Seslenince dönüp bakması, ağzından tek bir kelime çıkması, ağlayıp öfke krizleri geçirmeden bir tam gün geçirmesi, benimle gezmeye, markete, restorana, sinemaya gidebilmesi, kendini hayatın gündelik akışında veya okul hayatı içinde idare edebildiğini görmek için… yıllarca sabırla bekledim. 

 

Biz ikimiz,  çok başka bir yerden, büyük bir boşluktan, hiçlikten, sessizlikten, kapalı bir fanusun içinden geliyoruz. Yoku çok, azı fazla, yaşam sevincinin dibine vuran, hayatı farklılıkları ile yaşamayı öğrenmek zorunda kaldığımız bir uçurumun taa en dibinden geliyoruz. Öyle bir yerden geliyoruz ki, “gelmez, düzelmez, hayata katılmaz, konuşmaz, kendini seslendirmez, hayatı anlamaz, anlatamaz, asla paylaşamaz, duygularını gösteremez, hissedemez, arkadaş olamaz, okuyamaz, hiçbir zaman tam öğrenemez, hatta sevemez” demişlerdi… Hepsinin ne kadar boş olduğunu yaşama sımsıkı tutunmasıyla gösteren oğluşumun annesi olmak kadar beni hayatta tanımlayan bir şey yok!

 

Son 8 yılda ailemiz haline gelen otizm topluluğunun içindeki her otizmli çocuk benim de çocuğum, otizmli anne-babalar ise yoldaşım. Onlardan sadece biri olarak diyorum ki, gündelik hayatın içinde karşılaştığınız ağlayan bir çocuğu yargılayıp, annesine laf etmeden önce bir an düşünün. Çocuğunuzun sınıfında otizmli bir çocuğun da olmasının, farklılıkları yaşayarak öğrenecek kendi çocuğunuza da faydası olacağını lütfen unutmayın.

 

Her yıl Nisan ayı, Türkiye’de otizm adına yeni umutlar, yeni adımlar demek… Eğer siz de “Otizmin farkındayım, ama fark etmek yetmez, yaşamı paylaşmak gerek!” diyorsanız,  otizmli çocukların ve anne-babalarının seslerine kulak verin, sesimize ses katın, otizmin bilinirliği ve sorunların çözümü için gönüllü destek verin ki, çocuklarımız hep beraber büyüsün J 

 

Çünkü her çocuk farklılıkları ile yaşamda yer almayı hak eder!

Nisan Dünya Otizm Farkındalık Ayı’nda yaşamı paylaşan herkese yürek dolusu selam olsun!

 

M. İrem Afşin

Nazım Özgün’ün Annesi

Gönüllü Otizm Aktivisti





 

OTİZMİ FARK ET, YAŞAMI PAYLAŞ! Kampanyası:

Otizmi fark et, fark ettir! Farkında olman yetmez, yaşamı paylaş! Yaşamı paylaşmak, sorunları paylaşmaktır. Ayrımcılık yapma, otizmliye engel yaratma!

#otizmifarketyasamipaylas http://youtu.be/O-xTwfFbGoo

25 Mart 2013 Pazartesi

Hayat bazen çok boktan be...

Geçen hafta Çarşamba sabahı "Yasemin"i kaybettik... 2 senedir çektiği ağrılardan kurtuldu güzel kadın... En son annemin evine geldiğinde, annem yatak odasına girip sessizce beni aradı "son gördüğünde nasılsa bugün de öyle, göz makyajı nasıl da yakışmış bir görsen" demişti...

Çağla'ya hamile kaldığını öğrendiği gün, teyzemin butiğinde şenlik havası vardı... Gözünü kırpmadan, hiç düşünmeden, ikinciye hamile kaldı; Çağla'dan sonra ikinci bir Defne geldi aramıza...

O kızlar, annelerinin hastalandığını öğrendiği andan itibaren gözleri gibi baktılar annelerine; Çağla daha yeni 11 oldu, Defne ise 8! Ne ağır bir yük binmişti sırtlarına, ama bir gün akıllarından sokağa çıkıp da oynamak geçmedi; ne annelerinin ilaçlarını verirken, ne ocağın önünde o minicik boylarıyla çorba pişirirken, çocuk olmanın oynamak olduğunu bilemediler...

O güzel çocuklar annelerinden ayrıldılar... Gözleri gibi baktıkları, melek yüzlü anneleri, gerçekten melek olmuştu...

Hayat bazen çok boktan be...

Etrafımızda yaşanan olayları bir an için gözlerimizi kapayıp izlesek kimbilir neler göreceğiz, duyacağız daha. Yakınımızda yaşananları kendimize ders olarak alıyoruz da kısa bir süre için, sonra hayat boğuşmasında bir anda aklımızdan uçuverip gidiyor hepsi birer birer... eee ne oldu? hani ders almıştık? Olmuyor işte, bir anda "ben" daha önemli oluyorum yada "benim yaşadıklarım" daha önemli oluyor, hatta "benden başkası" bu dertleri yaşamıyor, hep ben hep ben... Sonra küttt diye bir haber alıyorsun ve yine başlıyorsun sorgulamaya....

Daldan dala atlama günlerinden birindeyim yine. Hep öyle olmuyor mu zaten? Sahilde yürüyüş yaptığımda içimdeki bütün kötü enerjiyi denize salıveriyorum; hele bir de yalnız yürüyorsam doya doya ağlıyorum, ohhh hiç kimse de "neden ağlıyorsun" diye sormuyor! Ha, karışdan gelenler yada yanımdan geçenler garip garip suratıma bakıyorlar, ama kardeşim onlara ne? Geçip gidiyorum, hatta dönüşte kendi kendime gülerken buluyorum kendimi.

Kayalara tırmanmaya çalışan çocukları azarlayan anneleri gördükçe, şöyle bir suratlarının ortasına patlatmak geçiyor içimden. Yada koşuyor diye azarlanan çocukları gördükçe.

Bir film seyrediyorduk Defne ile dün akşam; bir çalışma masası ve üstünde koca bir kavanoz... İçinde belki yüz tane kurşun kalem. O kurşun kalemler aldı beni çok eskilere götürdü. Nedense çocukluğumda hep öyle çok kurşun kalemim olsun isterdim; ninem alırdı sonra da annemden azar işitirdim. Şimdi nereye gitsem mutalak bir kaç kalemle dönüyorum o şehirden; benim gibi Defne'nin de kalemleri sevmesini istiyorum içten içe...

Baharı kucaklayacağımız günleri balkonda ektiğim lalerle birlikte bekliyorum; bana surpriz yapacaklar ve her biri bambaşka bir renkte gözünü kırpacak önce güneşe sonra da bana...

Sümbüller, frezyalar, nergisler, hepsini kucaklayasım geliyor çingeneleri sokak başlarında gördükçe. İşte o zaman anlıyorum ki, hayatın boktanlığını bir nebze olsun hafifletmek o çiçeklerin kokusunu içine çekmekle bile olabiliyor. Yada lavantalarla bezeli bir bahçede okuyacağın bir kaç sayfa kitap huzuru ayaklarının altına serebiliyor.

En son "Mor Kaftanlı Selanik" kitabını okudum Yılmaz Karakoyunlu'nun! Suyun her iki tarafından mübadelenin insanlarımıza neler yaşattığını, gözümden sicim gibi yaşlar akarak, yeri geldiğinde de gururdan ağlayarak okudum; o güzel yürekli insanların evlerini, yurtlarını terk ederken, aslında buna karar verenlerin de canlarının nasıl yandığını bir kez daha anladım.

Bugün, Pesah Bayramı; hamursuz... Çok küçük çocuktum, Ekin Sokakta "bahçede" Pesah için sofralar kurulurdu; ninemin bütün arkadaşları bir sofra etrafına toplanırlardı, ninemle dedem de, nasıl Ramazan ayında iftar sofralarına o dostlar olmadan oturulmuyorsa, o sofraların olmazsa olmazıydı. Hep birlikte "bolluk için, bereket için, barış için, huzur için, sağlık için" dua etmelerini hatırlıyorum da ne kadar şanslı bir çocukluk geçirmişim, böyle sofralara tanık olmuşum!

O sokaktakiler birer birer ayrıldılar aramızdan; en son giden Mösyö Alber oldu, Madam Roza anılarıyla kaldı başbaşa. Defne doğduğu zaman Mösyö Alber'in sözlerini asla unutmayacağım "sen doğduğunda annen, baban, babaannen, deden hiç bir yerlere sığınamıyorlardı, rahatsızdın, senin canın yandıkça onların canı daha çok yanıyordu; bir gün onlara senin için dua etmemin bir sakıncası olup olmadığını sordum; Ayten Hanım dedi ki 'ne demek Mösyö Alber, hangi lisanda dua edersen et kabulümdür, bilirim ki Yaradan'ın tek bir lisanı yoktur'.  O zaman iyileşesin diye dualar okudum hem senin için hem yeryüzündeki tüm çocuklar için. Her sofraya oturduğumda senin için, onlar için dua etmeye devam ettim. Bugün Defne'nin kırkı çıktı, izin ver kızın için de iyilik duası okuyayım". Defne için okuduğu o dua hayatımda duyduğum en güzel sözcüklere sahipti. Böylesine yüce gönüllü insanları tanımış olmak belki de beni ben yaptı.

Nevruz'da İranlı arkadaşlarım sofralar kurdu, Pesah'da Musevi arkadaşlarım kuracak. Sırada, Pasklaya var Ermeni ve Katolik arkadaşlarımın sofralar kuracakları. O sofraların tek ve ortak bir amacı var; "barış için, bolluk-bereket için, iyilik için"...

Hayat bazen çok boktan, ama birbirini takip eden kolkola girmiş bayramlar varken hayat diğer taraftan gerçekten de yaşamaya değer...

Bugün de böyle bir gün işte... Ucundan tut...





6 Mart 2013 Çarşamba

Günlerden "mor"...

Sabaha "mor" uyandım...

Güneşin odamdan içeri göz kırparcasına girmesiyle birlikte başladı gün; sırtımda taşıdığım yükleri birer birer atma vaktinin geldiğini kulağıma fısıldıyordu güneş ve martılar...

Sabaha "mor" uyandım...

Martıların sesi kulaklarımda çınlıyor hala... Gece yıldızları saydım, sabahına martıları...
Sabaha "mor" uyandım...

Beyaz keten üstüne işlenen mor sümbüller sardı etrafımı... Ayten'in mendilleri... Hüznün ve sevincin göz nuruyla gece yarıları işlendiği beyaz-mor mendiller...

Sabaha "mor" uyandım...

Berşan'ın balkonunda salınan mor sümbüllerin kokusu sardı etrafımı...

Sabaha "mor" uyandım...

Menekşe şekerlerini avuş avuç yiyen küçücük bir çocuktum...

Sabaha "mor" uyandım...

Annemin gözü gibi baktığı onlarca mor menekşeyle kol kola geçmişti hayatım...

Sabaha "mor" uyandım...

Zeyno'nun düğününde giydiğim mor tafta elbisenin içindeki "ben" ne de hızlı büyümüş, yerine bambaşka bir kadın gelmiş...

Sabaha "mor" uyandım...

Maskelerimin bile "mor"la bezendiğini gördüğüm bir sabaha uyandım...

Yüklerimi "mor" küfelerde taşıdığım bir sabaha uyandım...

İçimde kopan fırtınaların "mor"a çaldığı bir sabaha...

Bugün günlerden "mor"...

Sevincimi de hüznümü de paylaştığım en çok da sümbüle yakışan "mor"...






5 Mart 2013 Salı

Bir de elim gitse ya...

Sıkışıp kaldığım anlarda derin nefes almam gerektiğini bilmeme rağmen kendimi daha da boğduğumu bilir misiniz?

Yada yazdıkça rahatlayacağımı bile bile kağıt kalem görmek istemediğimi? Ya kitaplarımı yok etmek gibi garip fikirlere kapıldığımı?

Her ne hayalim varsa; hepsini yok etmekle ilgili planlar kurarken yakaladım kendimi geçen gün. Oturduğum yerde bir anda nefesimin sıkıştığını, hatta kesik kesik nefes aldığımı fark ettim. Garip bir ruh haline büründüm, belki de isteyerek.

Bu satırları bir başkası karalamış olsa "hadi lennn yürü git" derdim de karalayan ben olunca nasıl kendime yürü git diyebilirim ki?

Dün gece geldi aklıma "bir de elim gitse ya" dediğim ne de çok yapmam gereken şey varmış evde; ama önce ruhuma el atmam gerektiğini düşünmekteyim. Biraz soyutlanmam gerekiyormuş gibi geliyor...

Hep birşeyleri ertelercesine buluyorum ya kendimi, çok kızıyorum bu halime. Ben bu değilim aslında; içimde bir yerlerde isyankar bir kadın var. Yaptığım işten keyif almaz hal aldım mı böyle oluyorum işte; biraz ter dökmeliyim, biraz çığlık atmalıyım, biraz koşmalı, hatta arada yürümeyi unutmalıyım. Bedenime ne kadar eziyet edersem ruhumu o kadar kurtarırım. İşte bu noktada "bir de elim gitse ya" diyerek ertelemedim mi hayatı?

Ne güzel hayalim vardı; "Kaz Dağlarında bir köyde zeytin ağaçları ve ben"... Hayalimin yavaş yavaş sisler altında kaybolduğunu hissediyorum, yada ben o hayali ellerimle yok ediyorum!

Evet, yine karamsar ben, yine saçmalayan ben...

Oysa bahar geliyor, son günlerde çok bir göz kırpar oldu her ne kadar bahar dalları henüz pıtrak pıtrak açmadıysa da...

Güneşi gördüğünde yüzünü dönen "günebakan"lar gibi olmayı istiyorum galiba; güneş kaybolduğunda kendi kabuğunun içine saklanan; her gün doğumunda güneşe kucak açan...

Bir de elim gitse ya... Kendim için, kendimle, kendi istediklerimi yapar hale gelsem...

Bir de elim gitse ya... Tutsana elimi, çıkar beni benden...

Bir de elim gitse ya...







26 Şubat 2013 Salı

Karmaşa

Bu aralar hayatımızdaki karmaşa bizi farklı yerlere sürüklemeye çalışırken, bazırlarımız da dinginliğin keyfine varmakla meşgul.

Biraz da seçim yapmakla ilgili bir konu bu galiba; ne okumak istediğinle, ne yapmak istediğinle, yada nereye gitmek istediğinle ilgili bir konu.

Ha tabi bir de şartların seni içine çekmesi, ayağına dolanması veya sana farklı fırsatlar sunarak seni bambaşka diyarlara sürüklemesi var.

Her iki şekilde de "eğer istemiyorsan" yapmak zorunda hissetmemelisin. Ne var "canı cehenneme" desen, ölür müsün? Bugüne kadar demedin de ne kazandın?

Sabah sabah bunları düşünmekten kendini alamıyorsun; iyi güzel de neden alternatifleri önüne serip de çözüm üretmiyorsun. Yorulmuş olabilirsin, dağılmış olabilirsin, hatta sürünüyor olabilirsin, bunların hiç biri senin önündeki alternatifleri değerlendirmen için bir engel değil. Aksine, seni dürtmeli, silkelemeli...

Yol yapmak mı istiyorsun, atla arabaya, bas gaza... Seni götüreceği yer önemli değil, yeter ki sen yola çık.

Dolunay, Ocak, Şubat.... Başka ne bahane üreteceksin kendine meraktayım...

Bordo ojeleri sürünce kendini iyi hissettin değil mi? Yada gözlerine mor kalem çekince! Ya da kızınla Oscar törenini izlerken yaptığın dedikodu sırasında çok eğleniyordun... Bu kadar basit işte...

Biliyorum bunları yazmak "basit"; uygulamaya geldiğinde tıkanıp kalıyorsun.

Bak fallar bile seninle dalga geçiyor "yok Merkür 3 hafta seni etkisi altına alıyor, bu 3 hafta kırıcı olabilirsin"... Eeee kırıcı olmadığında ne değişiyor? Durmadan kendini kırıp geçirmiyor musun? Nereye kadar?

Uykusuz kalıyorsun, günleri sayıyorsun, etrafında keyif alabileceğin şeyleri es geçiyorsun, durmadan parçalıyorsun kendini, yoruyorsun boşu boşuna...

Bak o kadar hayalini kurduğun kitabı bile yazmaktan çekiniyorsun, e hayalini gerçekleştirmekten de mi korkuyorsun?

Herkesin dilinde bir kaçıp gitmek lafı... Kendini de yanında götürdükten sonra kaçış gitmek işe yarayacak mı? Bütün mesele "mekan" değiştirmekte mi?

Sorular, sorular, sorular... Boşver soru sormayı kendine, bırak gitsin... Su akar, yolunu bulur... Bulmaz mı? Bulur, yeter ki sen iste...




7 Şubat 2013 Perşembe

Ruhum biraz daha mı yaşlandı ne?

Soğukluğunu sevmiyorum Ocak aylarının... Sadece havanın değil insanların suratlarında da o soğuk ifade oluşmuyor mu dayanamıyorum... Güne karanlıkta başlamak, günü karanlıkta bitirmek... Ocak ayı işte... Kar yağsa bile o beyazlığın arkasından oluşan çamur görüntü... Ocak ayı işte... Ha bir de arka arkaya gelen ölümler... Her yeni güne uyandığımızda kulağımıza gelen can acıtıcı olaylar...

Okullar tatil olduğunda kızımla zaman geçiremeyeceğimi bilmek de bir başka Ocak ayı derdi!

Yok sevmiyorum ben kışı, ben yaz çocuğuyum, bahar gelsin, yaz gelsin, sıcak, güneş, bunlar beni mutlu ediyor...

Böyle değildim eskiden, yada "gençken"... Ruhum mu yaşlanıyor ne? Bedenim de ufak tefek oyunlar oynuyor da ama asıl ruhumun bana oyun oynamasından pek de haz duyduğum söylenemez.

Bugün daldan dala atlama günüm herhalde...

Aklıma geldi, hayallerinin peşinden koşan insanlar şanslı mı doğuyorlar, şanslarını kendileri mi yaratıyorlar yada dünya hiç umurlarında değil o yüzden hayallerinin peşinden koşuyorlar...

Güneş sırtıma vurdukça mayışıyorum ya, ruhum bedenime diyor ki "işte şimdi tam da yayılıp kitap okuma zamanı", beynim bedenime diyor ki "ne kitabı, saçmalama senin çalışman lazım"... İşte ben burada kilitlenip kalıyorum..

O yüzden Defne'ye diyorum ya "ne istiyorsan yap, hayallerinin peşinden koş" yoksa benim gibi hayallerin olur ama sadece uzaktan uzağa yalanırsın.

Yalanmak dedim de aklıma geldi, evet bugün böyle bir gün, geçenlerde iki arkadaş sohbet ediyorlar, ben de uzaktan seyrediyorum, bir taraftan da kulak misafiri olmaya çalışıyorum. Tahminen ben yaşlarda ikisi de.. Biri evli anladığım kadarıyla diğeri bekar. Hayatlarındaki erkeklerin onlara yaptıkları sürprizleri ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Düşünüyorum, ne kadarı gerçek?

Sabahları dayak yemiş gibi yataktan kalkmak kadar sıkıcı ne olabilir ki? Her sabah aynı tempo, rutin hareketler...

Etrafımdaki bazı şeyleri kaldıramaz oldum; çok yakınımdaki saçmalıklara baktıkça "ne işim var burada?" diye düşünmeden edemiyorum... Doğru yerde miyim? Hayatımı bu kadar mı kontrol edemez hale geldim? Neden hep bir karmaşanın içindeyim ki? Yoksa karmaşayı ben mi yaratıyorum? Cevapsız sorular sinsilesi içinde boğuluyorum anlayacağın.

Bazen öyle anlar geliyor ki kelime bulamıyorum kendimi ifade etmek için; ha bazen de kendimi ifade etmekten kaçınıyorum.

Uzun zamandır lodosun etkisi çok fazla üzerimde... Severim aslında lodosu; yakıştırırım İstanbul'a, martıların coşkusu lodosla arttıkça daha da bir mutlu olurum, yüzüme bir gülümseme çöker... Ama bu sefer biraz uzun oldu galiba... Yada lodos ve martılar da beni mutlu edemiyor.

Offf, yazının başından şu ana kadar yazdıklarımı okudum da gerçekten çok saçmalamışım. Arada bir benim de hakkım olmalı saçmalamak.

Maskeler... Bir de buna taktım son zamanlarda... Maske takıp da mı dolaşmalı yoksa takmadan mı dolaşmalı? Senin maskesiz halin hangisi gösteriyor musun ki benden de aynısını istiyorsun! Hadi canım, gerçek seni kendine bile göstermezken... Neyse, saçmalama boyutu git gide artıyor...

Ocak'dan bahsederken, Şubat'ın ilk haftasını bitirdik bile; şaka gibi... Evet, benim ruhum biraz daha yaşlandı, artık kesinlike inanıyorum buna.

Arkadaşlar arasında konuşulur ya "terk edeceğim İstanbul'u", aslında bir kısmı gerçekten bunun için plan yapar da bir kısmının ağzından çıkanı kulağı duymaz... Etrafımdaki kuru kalabaliktan sıkıldığım içindir ki, ben de gitmeyi istiyorum. Ne olur bir ayağım orada bir ayağım burada olsa?! Çok mu şey istiyorum acaba?

Ever, benim ruhum biraz daha yaşlandı bugün...