28 Şubat 2011 Pazartesi

Rüya mı gerçek mi?

Sabaha karşı mutfaktan gelen tıkırtılara uyandı kadın, adam yatakta değildi. Yorganın altına saklanma ihityacı duydu nedense. Uyku ağır bastı ve gözleri kapandı. Alarm sesine gözlerini açtı, elini sağ tarafa attı, adam yoktu. Sonra bir an duraksadı; "rüya mı gördüm acaba? yoksa gelmesini çok içten dilemiştim de rüyama mı girdi?" saçmalıyordu, dün geceyi sırasıyla baştan sona anlatabilirdi. Ama bu bir rüya da olabilirdi. Olabilir miydi? Off kafası çok karışmıştı. Ancak mutfağa giderse bunu çözebilecekti. Ne de olsa buzdolabındaki rakı şişesinin dibinde bir parmak kalmıştı; ya da öyle olması gerekiyordu.

Kalktı, polar battaniyesine sarındı, ayağından düşen beyaz spor çoraplarıyla tam bir şapşala benziyordu, aynada kendisini görünce "ciiiyyykk" diye bir çığlık attı. Ayağı, eve geldiğinde odanın girişine bıraktığı çantasına takıldı, "hay lanet" diyerek mutfağa yürüdü. Bulaşıklığın yanında duran rakı kadehini görünce rahatladı, yada öyle sandı. Evet, adam dün gece evdeydi, hatta şişenin dibinde kalan rakıyı da bitirmiş, kilerde duran diğer şişeyi de yarılamıştı. İşte şu an dün gece yaşadıklarının rüya olması için herşeyini verebilirdi; ama değildi.

Salona geldiğinde, adamı TV'nin karşısındaki kanapede uyur buldu. Altında bir boxerla soğuk olan salonda büzüşmüştü resmen. Koltuktan battaniyeyi aldı ve üstünü örttü. Mutfağa dönüp kendine bir fincan kahve yaptı, gazeteyi almak için kapısını açtı. Sepet içinde taze ekmek, gazeteleri ve arasına "Gönül'den sevgilerle" yazan bir kart sıkıştırılmış bir buket nergis vardı.

"Ne kadar zarif bir kadın bu Gönül hn, en ihtiyacım olduğu anlarda ya bir buket çiçek ya küçük bir kavanoz elleriyle yaptığı reçel yada geçen yaz elleriyle tek tek ayıkladığı vişnelerden yaptığı likör buluyorum kapımda" kendi kendine konuşarak kapısını kapadı. Ekmeğin ucundan bir lokma kopardı, ağzına attı, nergisleri koymak için bir sürahiye su koydu, sonra yatak odasına geçti. Aslında terasa açılan bir kapısı yoktu odanın, ve dokuyu da bozmamak için söz vermişti ama bazı sabahlar kendini terasa atabilmek için komik bir çözüm bulmuştu kendi kendine; camın önüne koyduğu bir basamakla camdan terasa geçebiliyordu. Hemen camının önündeki hasır koltuğuna oturdu ve güneşin yüzüne iyice değmesi içn koltuğunu biraz çevirdi.

Kahvesini bitirene kadar kıpırdamadı oturduğu yerde. Kahvesi bitince annesiyle buluşacağı aklına geldi, ve hemen odasına geri döndü; tabiki camdan girdi içeri.

Duşa girdi, giyinirken içeriden gelen sesleri duydu. "Evettt, sabah seansımız başladı" dedi belli belirsiz bir sesle. Çantasını aldı, salona yürüdü. Kuru bir günaydın dedikten sonra, mutfaktan Asiye Abla'nın çöreklerinden 3-4 tanesini alıp poşete koydu ve içeri doğru "ben çıkıyorum" diye seslenerek evden çıktı.

Apartmandan çıkarken annesini aradı; nerede buluşacaklarını sordu, sonra birlikte sahilde oturmanın keyifli olacağına karar verdiler. Otoparka doğru yürüdü; arabasını aldı ve yola çıktı.

Yarım saat sonra annesiyle buluşmuştu bile. Şanslarına güneş vardı, soğuktu ama ikisi de sıkı sıkı giyindikleri için soğuk onları pek de etkilemedi. Çaylar içtiler, Asiye Abla'nın çöreklerinden yediler, konuştular, kahve içtiler. 3 saat farkına varmadan bol bol konuşarak gemişti. Artık gitme zamanı gelmişti; annesine sarıldı ve 2 gün sonra onun için hazırlayacağı doğum günü partisini unutmaması gerektiğini söyledi. Annesi sadece çekirdek ailenin olduğu bir yemeğin yeteceğini söylemişti; kadın da "hıhıhı" diye cevaplamıştı. Evet küçük bir yemek olacaktı ama en sevdikleriyle birlikte.

Dönüş bir saat sürmüştü, çoktan öğle servisi başlamıştı. Neredeyse koşarak yokuşu tırmanmış, Hayal Dünyası'na geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Kapıda Murat'la karşılaştı. "Günaydın Leydim" diye sırıttı.

"Arayan soran var mı Murat?", "yok Leydim; mutfakta da burada da asayiş berkemal" dedi. "Yalnız birlikte bir Balık Pazarı'na gitsek de sen bir balıklara baksan; karidesimiz de kalmadı" dedi. "Tamam birazdan gideriz, ben bir mutfağa bakayım" diyerek içeri girdi.

Gerçekten de mutfakta herşey yolundaydı. Eve gidip ayaklarını uzatmak istiyordu, ama daha karides almalıydı, ayrıca kaç gündür yoktu, herşey yolunda diye daha fazla başıboş bırakmanın bir anlamı yoktu. "Murat bir kahve yapar mısın? sonra Balık Pazarı'na gidelim" dedi. Dışarı çıktı, boş bir masanın kenarına ilişti, sigarasını yaktı ve o sırada çocuklardan biri kahvesini getirdi. Kahvesini bitirdiği sırada Cafe'ye bir grup gelmişti, Murat'a burada kalmasını söyledi ve tek başına ara sokaklardan Balık Pazarı'na doğru yürüdü.

Balıkçı İsmet'i gördüğünde, "bugün sadece karides alacağım, başka balıklara bakmak ve benden gizli Cafe'ye göndermek yok tamam mı?" dedi; ikisi de gülüştüler. Karidesleri aldı, çingenenin sattığı kır çiçeklerinden de 3 demet aldı ve Cafenin yolunu tuttu.

Karidesleri mutfağa bıraktı, çiçekleri vazolara bölüştürdü. Evdekini merak ediyordu, acaba hala uyuyor muydu yoksa gitmiş miydi? Bunu ancak eve gittiğinde öğrenecekti.

Akşam üstüne doğru telefonu çaldı; telefonun ekranında EVİM yazıyordu. Evet hala oradaydı. Telefonu açtığı anda "kaçta geleceksin?" sorusuyla karşılaştı. "Geç gelirim, Cafe kalabalık" diye cevap verdi. "Geç kalma seni bekliyorum" dedi ve kapattı adam.

Neden bu bir rüya değildi acaba? Bir taraftan sesini duyduğunda heyecanlanıyor, diğer taraftan da baştan aynı filmde oynamaktan korkuyordu. Gözlerini sımsıkı kapasa ve açtığında hepsi bir rüya olsa; diye düşündü... Ama hepsi gerçekti; yaşadıkları, duyguları, ama hepsi...

27 Şubat 2011 Pazar

Evde

Mutfakta işini bitirdikten sonra, Asiye Abla'nın çöreklerinden bir tane aldı, tabağa bir dilim keçi peyniri, cherry domatesler, birkaç kırık zeytin koydu. Yağ şişelerinden birini açıp peynirin üzerine bir kaç damla damlattı; akşam yemeği hazırdı artık. Bir kadeh de şarap koydu mu keyfine diyecek olmayacaktı.

Dışarıda hava o kadar soğuktu ki, şömineyi yakmaya karar verdi. Off son birkaç gündür birisinin şömineye odun atmasına o kadar çok alışmıştı ki, biran çok zor geldi. Oysaki 3 yılda 5 kat merdiveni odun taşıyarak geçirdiği gün sayısı da o kadar az değildi. Kendi kendine söylenmekten vazgeçti, şömineye bir kaç odun attı, çırayı yaktı, bu arada cd bitmişti. İncesaz dinlemeye karar verdi, odunlar da alev almıştı. Cd'yi koydu ve şöminenin karşısındaki kanapeye geçti. Bir yudum şarabından aldı, sehpada bıraktığı kitabını eline aldı, kaldığı yerden okumaya devam etti. Bir taraftan tabağındakilerden ağzına atıyor, diğer taraftan Yekta Kopan'ı okumaya devam ediyordu.

Gecenin ilerleyen saatlerinde telefonu çaldı, yatak odasından telefonu alması gerekiyordu, üşendi. Bulmak isteyen evden arasın diye düşündü.

Kadehi boşalmıştı, kalktı mutfağa gitti, buzdolabından şarap şişesini aldı ve kadehini doldurdu. Yatak odasından telefonunu aldı ve kanapesine geri döndü. Bilinmeyen bir numaraydı arayan. Bu Cd'yi de bitirmişti. Kitap okumaktan yorulmuştu, yer değiştirdi TV'nin karşısına geçti. Kanalları dolandı, hiçbirşey yoktu. Son anda House başladı, TV'yi kapatmaktan vazgeçti. Tam dalmış diziyi izlerken kapı çalındı, daha doğrusu yumruklandı. "Haydaaa kim bu deli gecenin bir yarısı?" diye söylenerek kapıya doğru yürüdü. Yumruklama devam ediyordu, kim o bile demeden büyük bir hışımla kapıyı açtı ve karşısında O'nu gördü; sarhoştu. Kadını iteleyerek içeri girdi, direk mutfağa yürüdü, buzdolabından rakıyı çıkardı, "kadeh ver" dedi. Kadın sesini çıkarmadan dolaptan kadehi çıkardı ve adamın eline tutuşturdu. Suratına bile bakmadan salona geçti. TV'nin karşısına geçti ve diziyi seyretmeye devam etti. Adam rakısını almış salona gelmişti. Şöminenin karşısındaki kanapeye uzandı, "TV'yi kapa yanıma gel" dedi. Kadın cevap vermedi, diziyi izlemeye devam etti.

Yine başa sarmışlardı uzun zamandır oynadıkları filmi. Kadının gücü yoktu, tamam Kaz Dağları'nda geçirdikleri birkaç gün güzeldi de, İstanbul'da bu, sancılı bir oyuna dönüşecekti. İşi başından aşkındı, annesi bir taraftan, Cafe bir taraftan zaten hiçbirşeye yetişemiyordu, bir de sil baştan onunla uğraşmak canını çok yakabilirdi.

Adam rakısını bitirmişti ki, ayağa kalktı sendeledi sonra mutfağa gitti. Rakısını koyup geri geldi, bu sefer kadının yanına geçti oturdu. Kadın dikkatini diziye vermeye çalışsa da hiçbir şey anlamıyordu seyrettiğinden. "Neden geldin?" dedi kısık sesle. Adam, "evim değil mi tabiki gelirim" diye cevap verdi. "Yine saçmalama zamanın gelmiş, ne kadar içtin sen? 1 büyük mü?" deyince adam sinirlenerek "sana ne hesap mı vereceğim sana" dedi. Kadın sustu, devam ederse kavga edeceklerdi, gecenin bu saati hiç gerek yoktu.

"Seni özledim" dedi adam, kadın yine susmayı tercih etti. Bu sefer bu tuzağa düşmeyecekti. Hep böyle başlıyordu zaten; "seni özledim" diye ortaya çıkıyor, sonra bir anda kayboluyordu ortadan. "Ben yatmaya gidiyorum" diyerek kalktı ve sendeleye sendeleye yatak odasına gitti. Kadın kıpırdamıyordu oturduğu kanapede. Banyodan su sesi geldiğini duydu, adam duşa girmişti. Kadın kalktı, terasa çıktı ve bir sigara yaktı. Dışarıda ayaz vardı, üzerindeki eşofmanla titremişti. Ama içeri girmek hiç içinden geçmiyordu. Sigarası bitti, yaseminlerini ve diğer çiçeklerini suladı. Sonra içeri girdi, şöminenin önüne kafesini yerleştirdi, odunlar küle dönmeye başlamıştı. Etraftaki tabak ve bardakları aldı, mutfağa gitti. Mutfağı toparladı, bir bardak su koydu kendine.Odaya gidip gitmemek arasında kararsızdı. Küçük odada yatabilirdi. Vazgeçti, odasına gitti. Adam yatağa atmıştı kendini. Üstüne bir battaniye örttü, yanına yattı. Başucundaki ışığı açtı, yorganını çekti üstüne ve uykuya daldı.

Teras katında bir ev

"Canım evimmmm" dedi kapıyı kapar kapamaz. Çantasını portmanto niyetine kullandığı sandığın üstüne koydu, Kaz Dağları'ndan getirdiklerini mutfağa bıraktı. Yürüdükçe lata zeminden çıkan sesi özlemişti. Hemen salona geçti ve camları açtı, evin havalanmaya ihtiyacı vardı. Evin içinde hafif bir rüzgar esmesiyle kapı pervazlarına asılı rüzgar çanları farklı tonlarda sesler çıkarıyordu. Odasına gitti; üstündekileri çıkardı ve kendini hemen banyoya attı. Yarım saat sonra misler gibiydi. Üzerine eşofmanlarını geçirdi, salona gidip bir Frank Sinatra cd'sini koydu ve mutfağa geçti. Bir taraftan paketleri boşaltıyor, bir taraftan da mutfaktaki hoparlörden kulağına çalınan New York New York'u dinliyordu. Ne iyi etmişti de söz dinlemişti eve taşındığında; her odada, banyoda, mutfakta hoparlörler vardı. Müziğin sesini duymak için sonuna kadar sesi açması gerekmiyordu.

Evi ilk gördüğü gün aklına geldi. Cafenin açılışı ile uğraşırken artık oturduğu yerden taşınması gerekiyordu, ne de olsa Cafe sabahtan gecenin bir yarısına kadar açık olacaktı ve uzakta oturmak onu çok zorlayacaktı. Uzun süreli ayrılıklarının arkasından bir pazar günü yürüyüşe çıkmışlardı. Arnavut kaldırımı sokaklarda dolaşmayı çok seviyordu. Karaköy'e doğru inen dar sokaklardan birinde, kiralık tabelasını görmüştü. Muhteşem dökme demir kapısı olan, yüksek tavanlı çok eski bir binaydı. Hemen aşağıda Avustruya Lisesi vardı. "Hadi gel bakalım" dediğinde adam, heyecandan evet bile diyemedi, sadece kafasını salladı.

Apartman görevlisinin ziline bastıklaarında, 30lu yaşlarında bir adam kapıya yaklaştı. "Buyrun birşey mi istiyorsunuz? diye sordu; kadın "evet kiralık daireyi görmek istiyoruz" dedi. Adam, başıyla onları içeri buyur etti. "Yalnız asansör yine arıza yaptı, o yüzden 5 kat merdiven çıkmak zorundayız" dedi. Kadın umursamadı bile; tabi hesap etmemişti yüksek tavanlı bir binada 5 katın ne anlama geldiğini. Yukarı çıktıklarında, daha adam kapıyı açmadan kadın "tamam oldu" dedi. İçeri girdiklerinde biraz hüsrana uğrasalar da kadın hem eve hem de terasın manzarasına aşık oldu. Adam "emin misin? bak çok iş var bu evde" dediğinde hiç tereddüt etmeden "evet eminim" dedi. Görevli şaşırmıştı, eve gelen giden çoktu ama daha kapı açılmadan tamam diyenine ve kapı açıldıktan sonra da vazgeçmeyenine ilk defa rastlıyordu. Kadın ev sahibi ile ne zaman tanışabileceğini sorduğunda görevli, "bir alt kata inersek ev sahibinizle tanıştırırım hemen sizi" dedi. Kadın çok mutlu olmuştu. Hemen alt kata indiler, sağdaki dairenin ziline bastılar, zilden gelen melodiyi tanıyordu, evet bu Vivaldi'nin Dört Mevsimi'nden KIŞ melodisiydi. Kapıyı orta yaşlı bir kadın açtı, "buyrun Mehmet Bey ne arzu etmiştiniz?", "Gönül hanım, bu bayan evi tutmak istiyor, ben de Sizinle tanıştırayım dedim" diye cevap verdi görevli. "Buyrun içeri lütfen" dedi orta yaşlı kadın. İçeri geçtiklerinde evin buram buram yasemin kokan kokusunu çekti içine. "Evi tutmak istiyorsunuz ama kirası ne kadardır merak etmiyor musunuz?" deyince, "tabiki merak ediyorum ama benim için kiranın tutarı çok da önemli değil, ben evinize aşık oldum" dedi. Gönül Hanım "çay içer misiniz?" diye sordu misafirlerine. İkisi de hayır anlamında başlarını salladılar. Görevli Mehmet izin istedi ve kalkarken "umarım en kısa zamanda Sizi aramızda görürüz" diyerek evden ayrıldı. "Güzel kızım evin çok tadilata ihtiyacı var gördüğün gibi, peki bunlar hakkında ne düşünüyorsun?, "eğer sizin içinde sakıncası yoksa dokusuna hiçbir zarar gelmeden tek tek her yeri elden geçiririm, yeter ki siz bana evet deyin" dediği anda, Gönül Hanım ayağa kalktı ve elini uzattı "hayırlı olsun o zaman" dedi. Kadının gözleri pırıl pırıl parlıyordu, utanmasa 5 yaşındaki çocuklar gibi zıplayabilir, çığlıklar atabilirdi. "Kiraya gelince, evdeki tadilatların neye mal olacağını çıkarın, sonra kiradan düşelim" dediğinde Gönül Hanım, kadın bayılacakmış gibi oldu. "Anlamadım, yani tadilat bitene kadar benden kira almayaca mısınız?" diye sordu. "2 aylık kirayı verirsin kızım, sonrasını da düşünürüz" dedi. "O zaman yarın kontratı siz mi hazırlatırsınız yoksa ben mi?" diye sordu; Gönül Hanım da kartvizitini uzattı "Avukat Gönül Yıldırım". "Ben hazırlatırım kontratı ama sen önce ustaları getir nerelere ne yapacaksın karar ver 2 gün sonra da kontratı imzalayalım" dedi. Kadınla adam teşekkür ettiler ve kapıya doğru yürüdüler. Gönül Hanım "birşeyi unutmadınız mı?" diyerek elindeki anahtarı gösterdi. "Ev artık senin; anahtarsız giremeyeceğine göre sende kalsın" dedi; kadın teşekkür ederek evden ayrıldılar.

2 ay sürmüştü evdeki tadilat, salondaki duvarlarda tuğlalar gözüküyordu, boyacılar el sürmek istemediler; "bırak abla böyle kalsın, biz burayı sıvarsak evin bütün özelliği kaybolacak" dediklerinde kadın onlara hak verdi. Parkeler dökülüyordu; "lata yapalım" dedi adam, kadının da hoşuna gitti. Mutfak ve banyo için Ikea'ya gittiler; biraz ondan biraz bundan hem mutfağı, hem banyosu hallettiler. Terasın taşları ve korkulukları elden geçti, yatak odasına sadece bir yatak ve şifonyer koydu, küçük odayı da giyinme odası haline getirdi. Adamın evle ilgili verdiği en güzel fikir gerçekten de hoparlörlerdi. Evinde hangi odaya gitse, müzik de peşinden geliyordu. Upuzun bir koridoru vardı; duvarın bir kısmı sıvalıydı, bir kısmı salondaki gibi sıvasızdı. Sıvalı olan kısımlara bebekliğinden, çocukluğundan, gençkızlığından ve şimdiden bir sürü resimler astı. Bir kısmı çerçeveliydi, bir kısmı da mantar panolara tutturulmuştu.

Salondaki şömineyse dergilerden fırlamış bir şömineydi; o tuğla duvardan fırlayan oyma mermerli çerçevesi, içi is kokan taşları, odunları saklamak için gizli bölmesi, ve şöminenin karşısında duran 2 berjeri ve bir kanepesi ile salon cennetten bir köşeydi. Camın önünde bir çalışma masası vardı. Evde bulmuşlardı, marangoz tamir ederken bayağı söylenmişti, ne vardı yenisini yapsaydı. Ama kadın izin vermedi; "kimbilir ne mektuplar yazıldı o masada, olmaz" demişti.

Salonun diğer tarafında eski tarz ceviz bir yemek masası, ve masanın etrafında 6 tane ultra modern sandalye vardı. Annesi ilk gördüğünde çok gülmüştü.. Bir tafata da kitapların taştığı yerden tavana bir kütüphane; hem de nar kırmızısı. Eskiyle yeni içiçe geçmiş bir evdi. Salonda, mutfakta, banyoda yeşil bitkiler vardı. Terasa neredeyse ağaçlar ekecekti de, arkadaşları deli olmamasını söylediklerinde vazgeçti. Ama ev sahibinin evinden yayılan yasemin kokusundan olsa gerek; terasında koca saksılarda yasemin yetiştirmeye başlamıştı.

Evini çok seviyordu; gerçekten 2 ay süren tadilata değmişti. Evi gören herkes bayılıyordu. Salonda bir duvara monte ettiği LCD TV'nin karşısına yatakla kanape arası birşey koymuştu. Cd'ler, DVD'ler hepsi ayrı ayrı dolaplarda duruyordu; bir kısmı Ikea'nın kırmızı demir ofis dolabında bir kısmı da eski ceviz bir dolabın içinde.

Bir odası daha vardı evin, oraya da bir yatak, eskiciden aldığı aynalı eski bir dolap, küçük bir komodin bir de duvara TV koymuştu. Bazen annesi, bazen arkadaşları onda kalabilirlerdi.

Tadilat bittikten sonra ilk geceyi adamla birlikte geçirmişlerdi. O akşam Hayal Dünyası'na gitmemiş ve elleriyle adam için yeni mutfağında yemek hazırlamıştı. Bu 150 yıllık evde, bu kadar modern mutfak dolapları ve bu mutfağın ortasında üstü mermer kaplı bir eski bir yemek masası vardı. Bu masayı tezgah olarak kullanıyordu. Evi de cafesi gibi Hayal Dünyası'nı yansıtıyordu.

Bu evde ne kavgalar etmişlerdi, ne çok sevişmişlerdi. Ama adamın bir huyu vardı, asla o evde kalmazdı, ne yapar eder evine geri dönerdi. Kadın alışmıştı, biliyordu; O Issız Adam'ın yatağından geçmiş bir kaç kadından biriydi. Ama bildiği bir başka şey ise, O'nun kendi evinde kalmasına, kendi yatağında yatmasına izin verdiği tek kadındı. Bu da ona yetiyordu.

Zavallı Çinekoplar

Bir pazar günü Anadolukavağı'na gitmiştik 4 arkadaş, evlendikten birkaç hafta sonraydı. Güzel bir sabahın sonunda sahilde leğenler içinde balık satan bir adamın yanında bulmuştuk kendimizi. Salı akşamı misafir gelecekti, balık yapmak güzel bir fikirdi. Hemen çinekopları torbaya doldurttuk ve evin yolunu tuttuk. O kadar çok çinekop almıştık ki, değil Salı misafirlerine önümüzdeki birkaç hafta gelecek herkese yetecek kadar balık vardı. Biz de can dostumla mutfağa girip, akşam için mükellef bir balık sofrası kurmaya karar verdik. Verdik, verdik de tek sorun; ne O, ne de ben hayatımızda balık ayıklamamıştık. Biz dört şapşal balıkları temizletmeden alıp eve gelmiştik ve erkekler içeride film seyrederken biz de balıkları seyrediyorduk. Sonunda O eline bir bıçak aldı, ben de satır benzeri bir bıçak ve çinekop katliamına başladık. Uzun bir süre sesimiz çıkmayınca, arada çay demlediğimizi bildiklerinden, çayı kontrol etme bahanesiyle mutfağa gelip, son 20 dakikada 5-6 çinekopu katlettiğimizi görünce olaya el koyan Nejat, torbadaki bütün balıkları 15 dakikada ayıklayıp, Salı misafirlerine beni rezil olmaktan kurtardı. Katlettiğimiz balıklarsa akşam bizim soframızı süsledi; zavallı kafasız çinekoplar!

Normalde bu rezaleti kimseye anlatmamak lazım, ama daha ilk anda Salı akşamı misafirlerimize çinekop katliamını anlattığımızda çok eğlendiler... Hala çinekop aldığımda gözümün önüne kafası parçalanmış çinekoplar geliyor. E tabi o zamandan sonra akıllandık; hamsi dahi olsa balıkçı tarafından temizlenmeden balık eve sokmak yok; sonra dileğin benden ne dilerseniz...

İyi pazarlar,

26 Şubat 2011 Cumartesi

Tarçınlı Nohut

Biliyorum, başlığı görünce gülmekten koptunuz hatta karnınıza öyle bir ağrı saplandı ki tarçınlı nohutun tadını vücüdunuzun taa derinliklerinde hissettiniz. Evet yaa ben yaptım oldu; anneannem tarçınlı kebap yapıyordu ve herkes bayıla bayıla yiyordu da neden ben tarçınlı nohut yapınca herkes burnunu kıvırıyordu. 3-4 sene önce Teyzemler bize yemeğe gelmişlerdi, akıllı ben teyzemin ağzına nohut koymadığını unutarak bir güzel nohut yapmıştım, ama etin kokusunu sevmediğim için de neredeyse bir paket dolusu tarçını nohutun içine boşaltmıştım. Şimdi kulağıma fısıltılarınız geliyor, teyzenleri yemeğe çağırıp da yapa yapa nohut mu yaptın! E her zaman İtalyan usulü makarnalar yapacak veya rakı sofraları hazırlayacak değilim ya... Neyse biz gelelim tarçınlı nohuta. Hep birlikte sofraya oturduk, salataları, turşuları kaselere paylaştırdık ve zeytinyağı ile pişmiş bembeyaz pilavı sofraya getirdiğimde, eniştem "e sadece pilav mı var?" bakışlarıyla etrafı süzdü ve ben muhteşem nohutumu hemen arkasından sofraya getirdim. Sevis kasesinin kapağını açar açmaz salona keskin bir tarçın kokusu yayıldı; önce herkesin gözleri parladı, ama sonra tabaklara nohutu koyduğum andaki hayal kırıklıkları sadece gözlerinden okunmuyordu, "ıghhh" diye yüksek tonda sesler çıkarıyorlardı. Tarçınlı Kebap hayali kuran sevgili ailem hüsrana uğramıştı. Eniştem yeniliklere açıktı, ama bu kadarını da kaldıracakmış gibi durmuyordu. Herneyse, teyzem nohut taneleri ile oynamaya başladı, ağzına bir çatal salata atıyor, sonra da tek bir nohut tanesini salatanın arasına sokmaya çalışıyordu. Annem hiç sesini çıkartmıyor, ama ara sıra bana bir bakış fırlatıyordu ki, kafama balyozla vuruyormuş gibi hissediyordum. Sonunda sessizliği eniştem bozdu, "bak Ayşen tarçın sayesinde belki nohut yemeye başlarsın bu yaştan sonra, tabi bir de nohutlar pişmiş olsaydı o zaman tam tadına varacaktın" dedi ve ben o anda koptum. "Teyze yaaa ben tamamen unutmuşum senin nohut ağzına sürmediğini, kusura bakma" deyince bu sefer annem lafa girdi, "hadi yaptın bir halt, tarçını ne demeye koydun?", "e etin pişerkenki kokusunu sevmediğimi biliyorsun, ben de tarçın koydum ki kokuyu bastırsın" diye cevap verdim. "İyi halt ettin" dedi annem de. Bu da bana ders oldu, denemeleri kendi kendine yap, evine gelen misafire nohut yapma, hele tarçınlısını asla:))))

Yol

Kadın gözünü yoldan ayırmamaya çalışsa da arkasında bıraktığı yeşilliği dikiz aynasından takip etmeye çalışıyordu. Yaklaşık bir saat sonra susadığını fark etti ve ilk benzinciye girdi. Marketten su ve ıvır zıvır şeyler aldı; benzini vardı. Tuvalete girdi, ve yola çıkmaya hazırdı. Saatine baktığında 15:45 feribotuna rahatlıkla yetişebileceğini fark etti. Arabaya bindi ve bir cd seçmek için kucağına cd çantasını aldı. Gelirken Nilüfer eşlik etmişti yol boyunca galiba dönüşte de O'nun sesini dinlemek iyi gelecekti.

Yola koyuldu yine. Bir taraftan müziğe kendini kaptırmış araba kullanıyordu, diğer taraftan da şu 3-4 günü geçiriyordu aklından. Kendini dinlemek için çıkmıştı yola, uzun zamandır yapmak istediği yolculuğu gerçekleştirmek için. Hiç böylesini hayal etmemişti. Birbirlerine hiç bahsetmedikleri bir yerde birbirlerinden habersiz aynı anda bulunmak ne demekti? Bunu düşünmek, bu sorunun cevabını bulmak için kafa patlatmak ne kadar doğruydu? Kendini kaybetmemeliydi; en son kendini kaybettiğinde neler olduğunu hatırladı ve bir anda tüm vücuduna dikenler batmaya başladı. Hayır, hayır aklından atmalıydı bu soruyu. Yaşadığı bu 3-4 gün yanına kar kalmıştı, yolculuk tüm benliğini ele geçirmiş ve sonunda hayatın keyfine bir kez daha varmıştı. Ayrıldıklarının üzerinden 3-4 ay geçtiği sıralarda, bir telefonla hayatı değişmişti. O gün, kendisi olduğunu hissetmişti tekrar ve en yakın arkadaşına "Sesini duymasam da, yüzünü görmesem de, O'nun hayatımın bir yerinde olduğunu bilmek bana yeter" demişti. Evet ya yeterdi; daha fazlasına gerek yoktu. O'nunla aynı yatağı paylaşmak, o kokuyu içine çekmek, o gözlerin içinde kendi suretini görmek, daha ne isterdi ki bir kadın.

Dördüncü parça başlamıştı, havada çam kokusu, yollar güneşin parlak renkleriyle aydınlanıyor, ama her camı açtığında içeri Ege'den esen buz gibi rüzgar dalıyordu. Bir sigara yaktı, kaşkolunu boynuna doladı ve camı açtı. O sırada telefonu çaldı; kulaklığını aradı, her zamanki gibi çantasında unutmuştu, telefon 2 kez daha çaldı ve kapandı. İlk gördüğü benzinciye girip, kulaklığını çıkarmalıydı çantadan. Geçenlerde bir ceza yemişti bu yüzden, bir ikincisi ağır gelebilirdi. Telefon yine çaldı ve o yine açmadı. Yarım saat sonra bir çay bahçesi tabelası gördü; gözleme de yapıyorlardı, tabelada öyle yazıyordu. Hemen önündeki park yerine park etti. Çantasını ve montunu aldı ve arabadan indiğinde buz gibi havayla karşılaştı; cam açtığında hiç olmazsa sıcak klima çalışıyordu; montunu geçirdi üzerine, koşa koşa içeri girdi. "Bir çay lütfen" dedi ve cam kenarındaki masaya oturdu. Çantasından kulaklığı çıkardı; telefonunu kontrol etti; aynı kişiydi arayan ama numarayı tanımıyordu. "Aman boşver tekrar arar" dedi; ve annesinin numarasını çevirdi. Annesi kadının ara sıra ortadan kayboluşlarına göz yumardı, bazen 3-4 gün konuşmazlardı; ama tam ortadan kaybolduğunda çalardı telefonu ve annesini karşısında bulurdu.

Annesiyle ilginç bir ilişkileri vardı; bazen kim anne kim çocuk karıştırıyorlardı. Ama onlar böyleydi işte; birbirlerinin bakışlarından binlerce kelimelik bir roman çıkartabilecek kadar iç içeydiler, ama bir o kadar da birbirlerinden kopuktular. "Naber anne?", "iyi senden naber? dönüyor musun artık" "evet dönüyorum, akşama İstanbul'da olurum, direk Hayal Dünyası'na gideceğim; yarın sabah kahve içeriz birlikte olur mu?" "tamam canım, feribottan inince ara, kocaman öptüm seni" "ben de anne...". Çayını da bitirmişti; artık yola devam etmeliydi; zırt pırt durursa değil 15:45 feribotu, 20:00dekine bile yetişemezdi. Çayın arasını ödedi, tekrar tuvalete girdi ve arabasına doğru yürümeye başladı. Tam o sırada teelfonu çaldı, "efendim?" diye açtığında karşıdaki ses "neredesin?" diye sordu. İyi de bu kimdi şimdi, ses tanıdıktı ama kimdi? "Pardon da nerede olduğumdan sana ne?" dedi. Karşı taraf kahkayı bastı, offf tanımıştı tabi ki, adamın kardeşiydi arayan ama o kadar boğuk geliyordu ki sesi, tanıyamamıştı.

"Yoldayım canım, akşama İstanbul'dayım" dedi. "E dönüşte uğrar mısın? "Yok, Hayal Dünyası beni bekliyor çok başıboş bıraktım, sonra da eve atarım kendimi" diye cevapladı. "Peki, sana bir paket vardı o zaman ben Hayal Dünyası'na bırakıyorum, sonra konuşuruz, optum şekerim"; "ben de" dedi ve telefonu kapattı. Hadi buyrun bakalım, önce adamla karşılaş, sonra kardeşi telefon açıp bir paketin var desin, bakalım daha neler olacak dedi kendi kendine.

Biraz daha yol aldı.. Az kalmıştı Bandırma'ya. Durup bir kahve içmeliydi; aklına Asiye Abla'nın çörekleri geldi. İlerideki benzincinin yanında küçük bir kahve vardı, orası çok uygundu durmak için.

Arabasını park etti, çantasından bir paket sigara çıkardı, arabadaki paketin içindeki son sigarayı yaktı ve dışarı çıktı. Evini özlediğini hissetti. 3-5 adım atmıştı ki çörekler geldi aklına, döndü bir çörek aldı eline ve kahveye yürüdü. Verandada oturdu, kahveci koşarak yanına geldi "hoşgeldin kızım, çayı yeni demledim getireyim mi?" diye sordu, aslında canı kahve çekiyordu ama çay da olurdu, "tamam amca getir bakalım tavşan kanı bir çay, yanına da bir dilim limon lütfen" dedi. Çayı geldiğinde çöreğini yarılamıştı, sigarası da kendi kendine yanarak sönmüştü. Soğuktu ama üşümüyordu. Çayını içti, bir fincan kahve de iyi gelecekti; kahveciye seslendi, adam 5 dakika sonra kahvesini de getirmişti. Tadına vara vara kahvesini içti. Kahvenin kokusu çokkk uzaklara götürmüştü kadını. Babasına yaptığı ilk kahveyi mutfaktan salona kadar döke döke getirmiş babası da "sen kesine evde kalacaksın" demişti. Kahveciye parasını ödedi ve arabasına geri döndü.

1 saat sonra Bandırma'daydı. Biletini aldı, ve sıraya girdi. Feribot boştu, görevli alt kata girmesi için işaret etti. "Hahahahahah şu işe bak yine alt kattayım" diye güldü. Arabasını park etti, çantasını aldı, telefonunu kapadı ve yukarı çıktı. Koltuğunu buldu ve oturduğu an gözleri kapandı. Dalgalar sayesinde feribot salıncak gibi sallanıyordu; yanında oturan kadının dürtmesiyle gözünü açtı, "geldik hanım kızım". "Teşekkürler" dedi, çantasından anahtarını çıkardı, "iyi akşamlar" dedi ve arabasına indi.

"Özlemişim İstanbul seni" dedi ve feribottan çıktı. Kendini Şişhane'ye atması bir saatini aldı, Bandırma'dan iki saatte geldi ama Şişhane'ye varması bir saat sürdü; "ya bismillah be İstanbul seni özledim dedim sense bana daha döndüğüm ilk anda kazık attın" dedi. Otoparka geldiğinde yorgunluktan tükenmişti artık, kahya "hoşgeldin, ikinci kata çık" dedi. Kadın teşekkür ederek, ikinci kata çıktı. Arabayı park etti, çantasını toparladı, kulaklığı çantanın içine attı, montunu giydi, kaşkol, bere ne varsa geçirdi üstüne, eldivenleri de ellerine taktı, hazırdı artık. Merdivenleri ikişer ikişer inerek avizecilerin oradaki kapıdan dışarı çıktığında hava lodosa dönmüştü, denizden suratına çarpan lodosu içine çekti, "olsun be İstanbul, sen istediğin kadar kazık at kimse senin yerini tutamaz" dedi ve yokuşu tırmanmaya başladı.

Tünel kalabalıklaşmaya başlamıştı, kendini yine bir Avrupa şehrinde hissetti. 5 dakikalık yürüyüşten sonra, Hayal Dünyası'na varmıştı. İçeride 3 masa doluydu, dışarıda ise boş masa yoktu. Kapıyı açtı, barmeni Murat gözleri ışıl ışıl "oooo leydim şatoya geri dönmüş" dedi. Çantasını kafasına atarmış gibi yaptı "naber Murat, ben yokken beni iflas ettirmediniz değil mi?" "Leydim insan sizi çok özledim falan der, biz kölelerin her zamanki gibi şatoyu kuşatma altına alan düşman kuvvetlerine karşı canla başla savaştık, ellerindeki tüm hazineye de el koyduk" diyerek kahkahayı patlattı. "Tamam anladım herşey yolunda" diyerek mutfağa geçti. Mutfaktakiler de kadına "Leydim" diye hitap ediyorlardı, hep Murat'ın başının altından çıkıyordu bunlar. Mutfakta da herşey yolunda gözüküyordu, feribotta 2 saat uyumuştu ama kafasını kaldıracak gücü yoktu yine de. "Murat, herşey yolunda olduğuna göre ben eve gidiyorum, yarın öğleye doğru geleceğim, birşeye ihtiyaç olursa ararsın, hadi kolay gelsin" dedi ve tekrar otoparka doğru yol aldı.

Arabasından Kaz Dağları'ndan getirdiklerini almalıydı; "offf Tanrım nasıl taşıyacağım ben bunları eve kadar?" diye kendi kendine söylendi. Otoparkta çalışan çocuklardan Ali'yi gördü, "Ali be işin yoksa şunları bneim eve kadar taşıyalım mı?" dedi. "Tamam abla, hemen geldim" diyerek arabanın içindekileri boşalttı ve Ali'yle eve doğru yürümeye başladı. Arnavut kaldırımı yollarda yürürken lodosu içine çekti. Evin önüne geldiklerinde çantasından anahtarları çıkardı, kapıyı açtı ve teras katındaki daireye tırmanmaya başladılar. Ellerindekiyle kolay değildi 5 kat çıkmak, hele 150 yıllık bir binanın 5 katı bugünkilerin 10 katı gibi olduğu düşünülürse. Neden mi merdiven? Çünkü asansör yine çalışmıyordu. Dairenin önüne geldiklerinde aklına paket geldi ama artık çok geçti, Ali'ye teşekkür etti, cebine 3-5 kuruş sıkıştırdı ve evinden içeri girdi.

23 Şubat 2011 Çarşamba

İda'da sabah...

Kadın gözlerini açtığında çoktan güneş doğmuş, hatta bahçede hareket başlamıştı bile. Elini attı, yatak boştu. Kalktı, balkona doğru yürüdü, boştu. Kahve vaktiydi. Banyoya gidip suyu açtı, kahvesini yaparken su ısınırdı. Etrafa bakındı, eşyaları çok da dağılmamıştı, 10 dakikada toparlayabilirdi. Kahvesini koydu ve duşa girdi. Dışarı çıktığında bahçedeki seslerin arttığını duydu. Kahvesinden büyük bir yudum aldı ve hemen üstüne birşeyler geçirdi. Çantasını toplamaya başladığı sırada kapı çalındı; oduncu çocuk kahvaltının hazır olduğunu haber vermek için gelmişti. 15 dakika sonra aşağıda olacağını söyledi. Gerçekten de 15 dakika içinde çantasını toplamıştı, sadece makyaj çantası kalmıştı banyoda; onu da çıkarken çantaya atardı. Aşağı indiğinde, çalışanlardan birine arabasını nerede yıkatacağını sordu; çocuk da "siz anahtarı verin ben hallederim" dedi. Ön tarafa geçtiğinde neredeyse herkesin kahvaltıya başladığını gördü. Otel sahibi elinde bir sürahi portakal suyuyla yanına geldiğinde o hala etraftakileri seyrediyordu. "E nerede kaldınız açlıktan ölüyorum, otur hadi sofraya" dediğinde kadın gülümseyerek "benim de açlıktan midem yapıştı galiba, hımmm çörekler nefis kokuyor, sakın bunları da ben yaptım deme?" dedi. Otel sahibi, "yok canım onlar Asiye Abla'nın elinden çıkma, bazı sabahlar gözümü bu kokuyla açarım; bir tepsi çörek kapıma gelir" diye cevap verdi. Sofraya oturdular, kahvaltıya başladılar. Kadın ara sıra etrafına bakıyormuş gibi sağını solunu kontrol ediyordu, ama ne gelen vardı ne giden. Hiç konuşmadan kahvaltılarını ettiler, iki mi yedi üç mü ama daha bir tepsi çörek yiyebilirdi. Ne portakal reçelini ne de güzelim zeytinleri bırakıp da dönmek gelmiyordu içinden. Ama heyhat, İstanbul bekliyordu onu.

Kahvaltıları bittiğinde, "son bir sabah kahvesi içelim de ben de yola çıkayım artık" dedi. Otel sahibi şaşırmıştı, "noluyosunuz ya? sabahın kör bi vakti, ben gidiyorum dedi çekip gitti, şimdi de sen gidiyorum diyorsun, ne o sözleştiniz de ileriki köyde yeni açılan pansiyonda mı buluşacaksınız?" diye sordu. Gülüyor muydu yoksa suratındaki ifade başka bir anlam mı taşıyordu kadın çözemedi. "Hadi kahveleri söyle de, daha geç olmadan yola çıkayım" dedi.

Kahveleri geldiğinde sofra toplanmış, masaya dallarında mor minik toplar olan koyu yeşil yapraklı yabani çiçeklerle dolu bir vazo geldi. Ne zaman mor çiçekler görse çocukluğu gelirdi aklına. Hele Nişantaş'daki çingenelerin baharda sepetlerindeki o rengarenk çiçeklerin arasından illa mor olanları almak için tepindiği zamanlar... Yüzünün aydınlandığını hissetti. Kahvesinden bir yudum aldı ve otel sahibine nasıl teşekkür edeceğini düşünmeye başladı. "İstanbul'a ne sıklıkla geliyorsun?" diye sordu birden bire. "Ne o yoksa beni İstanbul'a mı davet ediyorsun?" dedi otel sahibi gülerek. "Ya tabi neden olmasın da, ben onun için sormamıştım. Demek istediğim ilk İstanbul'a gelişinde mutlaka seni bizim cafede ağırlamak isterim" dedi. "Evet ya güzel fikir; Hayal Dünyası'ydı adı değil mi?", kadın şaşırdı cafenin adını hiç söylememişti ki; hatta ne iş yaptığından da bahsetmemişti. Demek adamla konuşmuşlardı; ya da, bilemiyordu. "Hayal Dünyası! nereden aklına geldi böyle bir isim vermek cafeye?", "Uzun hikaye geldiğinde anlatırım" dedi. "Artık gitme vakti, şimdi sana borcum ne diye sorsam beni terslersin, o yüzden en iyisi bir teşekkür etmek. Bu birkaç gün içinde bana sakinliği, huzuru, enginliği yaşattığın için çok teşekkür ederim" diyerek ayağa kalktı. "Odamdan çantamı alayaım, çıkarken görüşürüz" dedi ve sofradan kalktı.

Hızlı adımlarla odasına çıktı, banyoya girdi makyaj çantasından allığı ile fırçayı çıkardı, biraz yanaklarına sürdü, parfümünden sıktı, "hazırsın artık yola çıkmaya" dedi, odaya son bir kez göz attı ve çıktı.

Aşağı indiğinde arabasının pırıl pırıl olduğunu gördü, anahtarını verdiği çocuk koşarak yanına geldi. "Buyrun anahtarınızı, içini dışını yıkattım, size iyi yolculuklar" dedi ve yanından uzaklaştı. O sırada otel sahibi yanına geldi, elinde iki koca torba vardı. "Senin için hazırlattım, biraz keçi peyniri, o gün pazardan aldıklarımız gözüme az gözüktü, bir kaç şişe zeytinyağı, biraz zeytin, biraz taze kekik, eh tabi bir de AsiyeAbla'nın çöreklerinden" dediği sırada Asiye Abla ile Mustafa Abi yanlarında bitiverdi. "Aaa siz de nerden çıktınız?"; "eh kuşlar haberi tez uçurdu, biz de ancak sana yetiştik. Asiye'nin gönlü el vermedi elin boş göndermeye, bir tepsi çörek yaptı sana." "Ellerinize, yüreğinize sağlık. Ben nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum?" dedi. Asiye Abla'ya sarıldı; gözünde bir kaç damla yaş biikmişti, tutamadı kendini. Sonra Mustafa Abi'ye sarıldı; ve otel sahibi... "Hey sanki bir daha gelmeyecekmişsin gibi ne o öyle, kendine gel. Meraklanma, İstanbul'a tek gelmeyeceğim; zaten Asiye Abla da uzun zamandır İstanbul diye diye Mustafa Abi'nin başının etini yedi; birkaç haftaya kalmaz ben toplarım bizimkileri geliriz İstanbul'a" dedi. Kadın O'na da sarıldı sıkıca, ve arabasının kapısını açtı.

"Hepinize ne kadar teşekkür etsem azdır. Hayal Dünyası'nın adını değiştirmem gerekecek galiba!!!" dedi ve gülerek arabasına bindi.

Asiye Abla'nın elinde bir sürahi su vardı; "Güle güle git kızım, yolun açık olsun" dedi ve araba hareket ettiğinde arkasından suyu döktü.

İda'da bir sabah daha yüzünü öğleye çevirmişti.... "İçime çektim seni İda..."

22 Şubat 2011 Salı

Gece

Kadın odasına girdiğinde biraz yorgun, biraz sarhoş ama çok keyifliydi. Hemen üstünü değiştirdi; pijamalarını giydi. Şömineye birkaç odun atıp, bir sigara yaktı, balkona çıktı. Soğuk havayı içine çekti. Otel sahibi bahçede masaların hazırlanmasına yardım ediyordu. Bir an kafasını kaldırdı ve kadınla gözgöze geldi. "eee bu geceki program ne?", kadın güldü ve "uyku ve uyku" diye cevap verdi. Adam da gülümseyerek işine geri döndü. İçeri girdi, balkon kapısını kapattı ve yatağın üstündeki örtüyü kaldırdı, buz gibiydi yatak, biraz ısınsın hemen yatacaktı; ayakta durmaya hali yoktu. Her zamanki gibi dayanamadı, bir fincan kahve hazırladı kendine. Sadece başucundaki minik lamba aydınlatıyordu odayı; tabiki şömine ile birlikte. Bahçeden gelen müzik sesine kulak kabarttı ama camlar kapalı olduğu için anlayamadı. En güzel müzik odanın içindeydi; odunların yanarken çıkarttığı çıtırtılar, sesler ve gölge oyunları. Yan odanın kapısının açıldığını duydu; bir iki dakika sonra balkonda bir gölge belirdi. Kahvesinden bir yudum aldı; o sırada balkon kapısı çalındı. Kalktı, sadece perdeyi açmakla yetindi. Adam eliyle içelim mi diye işaret ediyordu; kadın fincanını gösterdi, başıyla teşekkür etti. Adam ısrar etmedi; iyi geceler deyip her zamanki gibi taburesine oturdu. Kadın, perdeyi kapayıp tekrar yatağına girdi ve üstünü örttü. Başucundaki lambayı söndürdü ve uykuya daldı.

Bir kaç saat sonra gözlerini açtığında dışarısı daha da karanlıktı ama sesler azalmıştı. Kalktı, bir bardak su koydu kendine. Saatine baktı, daha ancak gece yarısı olmuştu. Neredeyse 5 saattir uyuyordu. Aslında hala uykusu vardı; yatsa uyuyacaktı ama bir sigara iyi gelecekti. ne çok içiyordu şu meredi? Yok, yok buraya geldiğinden beri artmıştı; yoksa uzun zamandır azaltmıştı. Bazen bir paket sigara 4-5 gün çantasında dolanıyordu. Kapı çalındı; "Allah Allah gecenin bu saatinde herhalde bizim çocuk odun getirmedi?" diye aklından geçirdi ve "kim o?" diye sordu. Otel sahibiydi; elinde bir tepsi vardı. "Gölgeni görünce acıkmışsındır diye düşündüm; küçük bir sandviçle biraz meyva getirdim; bir şişe de şarap. Geldiğinden beri bizim şaraptan hiç tatmadın" dedi; tepsiyi kadının eline tutuşturdu ve iyi geceler dileyerek gitti. Kadın tepsiyi eline alana kadar acıktığını fark etmemişti. Elindekileri sehpaya koydu, kadehine şarap koydu ve şarabın kokusunu içine çekti. Tabakta bir sürü küçük sandviç vardı; jambon-domatesli, keçi peyniri-kurutulmuş domatesli, kurutulmuş et, turşu ve hardal... Ve taze nane dolu bir kase... Ve minik bir tabakta zeytinyağı... Burayı çok seviyordu, bu köy hayalinde canlandırdığı yerlere benziyordu. Ama artık tatilini bitirmeliydi, işi onu beklerdi. Evet, birlikte çalıştığı güzel insanlar onu aratmazlardı ama olacak şey değildi; sadece o sabah gidiyorum demek için aramış bir daha da telefonunu çantasından çıkarmamıştı.

Hemen sandviçlerden birini eline aldı ve o an fark etti, her bir sandviçten iki tane vardı. Balkon kapısına yaklaştığında tabureden sedire geçmiş olan adamı gördü. Elinde rakı kadehi, önünde tırtıkladığı peyniri ile. Kapıyı açtı, "üşümedin mi? kapıma bırakılan bu sandviçleri benimle paylaşmak ister misin?" dedi. Adam kahkahayı bastı, "sen öyle san ben olmasaydım sen elinde kahve fincanınla dolanıyor olurdun odanda" dedi. Kadın da güldü; düşünmeliydi böyle bir oyuna getirildiğini. Üstüne montunu geçridi, tepsiyi aldı ve balkona çıktı. "Soğukmuş" dedi ve sandviçine bir ısırık attı. "Sen ne zamandan beri şarap içiyorsun?" diye sordu adam. "Kırmızı şarabı sevdiğimi bilirsin" diye cevap verdi ve sandviçini yemeye devam etti. "Ben yarın dönüyorum, bizimkiler çok yalnız kaldılar" dedi. Adam, "sensiz de idare ediyorlarki arayan soran yok" dedi. "Bensiz tabiki idare ederler ama dönmeliyim, yapacak çok iş var" dedi. "Sofyalı sokağın köşesinde yeni açılan yeri gördün mü?" diye sordu adam. Kadın kafasını salladı. "Bir ara gidip orada birşeyler atıştıralım merak ediyorum yemeklerini" diye devam etti. "Peki sen ne zamandan beri yemek yemeye merak saldın? Senin ana gıdan rakı ve sigaraydı da" dedi kadın. Adam cevap vermedi. "Sabah kahvaltıdan sonra yola çıkacağım, köyden biraz daha alışveriş ederim, sonra ver elini İstanbul" dedi. Adam sandviçlerden bir tane aldı "sen de denemelisin bunlardan cafede, akşam üstü atıştırmalık iyi gider" dedi. Sanki O'nu dinlemiyordu, kadın yola çıkmaktan bahsediyordu, adamsa cafede yapabileceği ufak tefek atıştırmalıklardan. Şarabı bitmişti, kadehini doldurdu ve bir dikişte içti. "Benden bu kadar, iyi geceler" dedi ve kalktı; tam arkasını dönmüştü ki adam eline uzandı ve "içime çektim seni" dedi. Kadın ürperdi, birşey demeden odasına girdi. Montunu çıkardı, şömineye birkaç odun daha attı ve yatağa girdi. Kapıyı kapamamıştı; bir beklentisi de yoktu, ama yine de kapamamıştı. Saatine baktı, neredeyse ikibuçuk olmuştu. Gözlerine ağırlık çöktü ve uykuya daldı. Sabaha karşı, sanki bir el eline dokunmuş gibi hissetti. "Rüya görüyorum herhalde" dedi. Gözlerini araladı ve yanında yatan adamı gördü. Kadın yorganın altındaydı, adamsa üstündekilerle yatağın üstüne kıvrılmıştı. Kadın sesini çıkarmadı; uzun zamandan beri ilk defa aynı yataktaydılar. Bunu bozmaya hiç niyeti yoktu. Gözlerini tekrar kapadı ve uykuya daldı.

20 Şubat 2011 Pazar

Kahveci

İkisi de üşümüştü. "hadi gel, sahildeki kahvede kahvaltı edelim, ikimizin de sıcak birer fincan çaya ihtiyacı var" dedi adam. Kalktılar, yavaş yavaş yürüyorlardı. Denizden vuran dalgalar midyeleri sahile taşımış, her attıkları adımda çıtırtılar sabahın sessizliğini bozuyordu. Kahveye yaklaştıklarında kahvede çalışan çocukla karşılaştılar "bize yiyecek birşeyler alsana" diyerek cebinden çıkan parayı çocuğun eline tutuşturdu adam. Kahveci geldiklerini görünce hemen bahçedeki bir masaya kırmızı bir örtü serdi; onlar söylemeden tavşan kanı çayları tepsiye koyup bahçeye geri döndü. "Bizim hanım içeride ekmek yapıyor, 15 dakikaya kadar hazır olur siz de bu arada çaylarınızı için. Ha eğer üşüdüyseniz hemen mangalı yakayım" dedi. Adam evet anlamında başını salladı. Çaylarını içtiler, o sırada çocuk elinde 2 torba ile dönmüştü. İçeri girdi, "çaylarını tazele" dedi kahveci. Karısı ekmekleri kontrol etti, çocuğun aldığı poğaçaları ve peynirleri tabağa yerleştirdi; dolaptan elleriyle yaptığı mandalina reçelini çıkardı, zeytinlerin üzerine biraz zeytinyağını gezdirdi, kekikle kırmızı biber serpti. Kahveci de bahçeden topladığı domateslerle biberleri yıkamış tepsiye koymuştu, biraz da ot koydu üstüne. Kahvaltı hazırdı... Bahçeye çıktılar, kadın "offf ekmeğin kokusu buralara kadar gelmişti neredeyse içeri girip -acıktımmmmmmm- diye bağıracaktım" dedi. Mandalina reçelini gördüğünde gözleri parladı "çocukluğumun reçeli" dedi. Konuşmadan sofradakilere daldılar; kahveciyle karısı içeriden gülerek halleririni seyrediyorlardı. Kadının ağzından damlayan mandalina reçelini elindeki ekmeğin ucuyla alan adam çaktırmadan ağzına atıyor, kadın ise adamın tabağındaki domatesin suyuna ekmeğini banıyordu. Uzun zamandır bu kadar keyifli bir kahvaltı etmemişti. Oysa ki sabah-öğle-akşam kahvaltı edebilecek kadar düşkündü kahvaltıya ama İstanbul'da yollarda geçen ömründen 5 dakika ayıramadığı için eline kepek ekmeği arasına sıkıştırılmış bir parça peynir tüm kahvaltısını oluşturuyordu. Adam zaten ne kahvaltı ederdi ne yemek yerdi. Normal bir insan gibi yediğine ilk defa burada rastlıyordu; kahvaltı ediyordu, akşam yemek yiyordu hem de olması gereken saatlerinde. Kaç dilim ekmek yediğini bilmiyordu kadın; son dilimin üzerine yerleştirdiği mandalina reçeline baktı, ve "aynen İda'da doğan güneş gibi parlıyor" dedi. Sofrada ekmek kırıntıları dışında boş tabaklar ve boş bardaklar vardı. Bir an patlayacakmış gibi geldi, "bize 2 sade kahve yapar mısın?" diye kahveciye seslendi. Kahveci elinde cezve, kahve ve fincanlarla geldiğinde kadın "eee" dedi; kahveci güldü. "Kahvaltı sırası bizde; zaten mangalda yapacaktım kahveyi, ben hazırlayayım sen de pişir güzel kızım olur mu?" dediğinde kadın yerinden kalktı ve cezveyi eline aldı. Adam sigarasını yakmıştı, "bana yok mu?" dedi kadın uzandı paketinden bir tane sigarayı aldı, ve mangala doğru eğildi. Kahve olmak üzereydi. Derin bir nefes çekti sigarasından; çalan telefon sesiyle arkasına döndü. "Hayır bugün de dönmüyorum" diyordu adam telefondakine. "ya ben İstanbul'dan neden kaçtım kafa dinlemek için, dönene kadar iş miş beni ilgilendirmiyor" dedi ve kapadı telefonu. Kadın kahveleri koydu ve sandalyesini ayağıyla itti, ve oturdu. Yine konuşmuyorlardı. Kahvelerini bitirdiler, kadın bulunduğu yerden memnundu. Kalktı içeri girdi, kahvecinin karısıyla sohbete başladı. Adam bir sigara daha yaktı, kahveci de bir fincanla adamın yanına geldi. "eee anlat bakalım, naparsınız buralarda?" Adam, gülümsemekle yetindi. "Anlaşıldı, sen de tepedeki otelin sahibiyle aynı sudan içtin herhalde; O da ilk buraya geldiğinde aynı senin gibiydi; ama ehlileşti" diyerek kahkahayı patlattı. "Ama o burada kaldı, ben döneceğim" dedi. Kahveci; "kalbin burada kalacak, ruhun burada kalacak, bedenin dönse ne fark eder?" dedi. Adam "haklısın galiba" dedi. Saat 11:30 olmuştu bile. Sabahın beşinden beri dışarıdaydılar; içeri bakındı kadınlar konuşmaya devam ediyorlardı. Kalktı kapıdan başını uzattı; "hadi gidelim artık" dediğinde kadın el salladı "tamam geliyorum" dedi. Adam kahveciye borcunun ne kadar olduğunu sorduğunda "olur mu evlat sen o kadar alışveriş yaptırmışsın, bunlar da bizden" diyerek kapıya doğru adamla yürümeye başladı. Kadın da gelmişti; "her şey için çok teşekkürler, ellerinize yüreğinize sağlık" diye teşekkür ettikten sonra bahçeden çıktılar ve arabaya doğru yürümeye başladılar. "Teşekkür ederim" dedi; adam gülümsedi. "Çok üşümüşüm, otele gidince şöminenin önüne kıvrılacağım ve bütün gün kalkmayacağım" dedi. Adam, "demek daha dönmüyoruz" dediğinde kadın derin bir nefes aldı. "Tamam kalıyorum" dedi. Otele gelmişlerdi. Otel sahibi bahçede misafirlerle konuşuyordu; kadınla adamı gördüğünde el salladı. Onlar da el salladılar; adam bahçeye doğru yürüdü, "sen odaya mı çıkıyorsun?" diye sordu. Kadın merdivenlere doğru adım attı "evet şöminenin başında ısınacağım" dedi. Odaya geldiğinde kapısının açık olduğun gördü; dün gelen çocuk odadaydı, küfeden birakç odunu şömineye atmıştı. Kadın teşekkür etti ve çocuk çıkınca odadan üzerindekileri çıkardı; sıcak bir duş iyi gelecekti. Çabucak soyundu ve sıcak suyun altında biraz vakit geçirdi. Çıktığında her zamnki gibi bütün banyo buhar olmuştu. Ürperdi; hemen giyindi. Kolutğu şöminenin karşısına çekti,battaniyeyi aldı, sehpadaki kitaba uzandı; çantasındaki pakete gözü ilişti. "Gerçekten ben hangi ara bu kurabiyeleri çantama atmışım ki?" diyerek paketten bir tane alıp ağzına attı. Kitabını okumay koyuldu; 2 saat boyunca hiç yerinden kalkmadı, ateşi seyretti, kitabını okudu ve yine ateşi seyretti. Merdivenlerden gelen ayak sesleri ile oturduğu yerden doğruldu. Kapı çalındı o sırada; yerşnden kalkmadan "efendim?" dediğinde adam "sahilde balık yiyeceğiz hadi giyin aşağı gel" dedi. Kadın cevap vermedi, kalktı üzerine yine kalın birşeyler geçirdi. Sigarası bitmişti; bir paket sigara aldı çantasından ve dışarı çıktı. Adam bekliyordu arabanın başında. Otel sahibi yoktu, kadın sordu "nerede?"; "önden gitti, akşam için alışveriş yapacakmış hadi gel, bizimle sahildeki kahvede buluşacak" dedi. "Acıktığımı söyleyemem ama yine de balık güzel bir fikir; hem de sahilde". Sahile indiklerinde yürüyüş yapan birkaç kişi vardı, kahveye vardıklarında arkadaşlarını gördüler. "eee nerede kaldınız, biz balıkları seçtik, Asiye abla içeride salataları hazırlıyor, Mustafa abi ile ben birinci kadehleri bitirdik bile" dedi ve hemen ellerine birer kadeh rakı tutturdu. Kadın "kahvede mi balık yiyeceğiz?" diye sorunca kahveci "beğenemedin mi?" dedi; kadın söylediğine söyleyeceğine bin pişman oldu. Ve yine otlar, kırmızı yeşil domatesler, biberler, mangaldan gelen balığın kokusu, hafiff esen bir rüzgar, acıktığını hissetti; sanki sabah tüm sofrayı silip süpüren o değildi. Kahvecinin karısı, Asiye abla, elinde tepsilerle geldiğinde kadın hemen bir sandalyeye oturdu. "Çok acıkmışım, hadi oturun artık" dedi. "eee neye kadeh kaldırıyoruz?" diye sordu Asiye abla, kadın şaşırdı başında yemenisi altında şalvara benzeyen bir etek-pantalon köylü kadın elinde bir kadeh rakıyla masaya oturmuştu. Kahveci kadının şaşırdığını anladı "Ege'de herkes birdir, kadın şalvarını geçirir altına zeytin de toplar, sofrada kocasıyla birlikte rakı da içer" dedi adam. Kadın "o zaman Ege'nin kadınlarına kadeh kaldıralım, hayatı içten gelerek yaşayanlara içelim" dedi. Kahvecinin tabaklarına koyduğu balıklara gömüldüler bir anda. Otel sahibi gülerek lafa başladı "Mustafa abi ya nasıl geldiniz buraya anlatsana" dedi. Kahveci, rakısından bir yudum aldı ve başladı anlatmaya "Asiye köylümdü; babamın zeytinlikleri vardı; Asiye'ninkilerle yanyana. Hasat zamanını iple çekerdim; Asiye ile geçireceğim 15 günün hayalini bütün bir sene kurardım. Aradan zaman geçti, ben liseyi bitirdiğimde babama üniversiteye gitmek istediğimi söyledim. Bana -senin sevdiğin var nasıl olacak bu- dediği zaman yüzüm kızarmıştı; çocukluğumdan beri Asiye'ye aşık olduğumu biliyorlardı demekki. Neyse, cesaretimi toplayıp -evet sevdiğim var ama, onunla bir ömür geçirebilmem için mesleğimin olması lazım- dedim. Dedim de ben bunu hiç Asiye ile konuşmamıştım. Aynı anlarda bizim evde geçen konuşmanın benzeri Asiye'lerin evinde de geçiyordu. Ama babası kabul etmemişti; liseyi bitirmişti işte, zeytinlikte çalışmak için üniversite diplomasına ihtiyaç yoktu. Sonunda ben kabul ettirmiştim, Asiye ise kaderine boyun eğmek zorunda kalmıştı. Bunu duyduğumda hemen babamla konuştum ve bir hafta içinde Asiye'yi istememizin gerektiğini, eğer evlenirsek hem onun hem de benim okuaybileceğimizi anlatana kadar göbeğim çatladı. İzmir'de kirada olan bir dairemiz vardı. Babam baktı inadımdan vazgeçmeyeceğim tamam dedi. Ve biz Asiye'yi istedik. Bu arada üniverstie sınavlarına başvurularımızı yaptık; düğün hazırlıklarına giriştik. Asiye ana okulu öğretmeni olmak istiyordu, ben de Ziraat Mühendisi. Babası naz yapsa da baktı vazgeçeceğimiz yok 3 ay içinde evlenmemize izin verdi. Ver elini İzmir ondan sonra. İkimiz de okulumuza devam ettik; ben Ziraat Mühendisi çıktım, Asiye de ana okulu öğretmeni. Artık köye dönme vaktimiz gelmişti. Rahmetli babamın hakkını hiçbir zaman ödeyemeyiz, biz okulumuzdan geri kalmayalım diye bir işe girip çalışmamıza izin vermedi ve 4 sene boyunca bize gözü gibi baktı. Döndüğümüzde Asiye, hamileydi. -bak Mustafa çocuğumuz olacak ama ben çalışacağım- dediğinde nasıl reddedebilirdim. Bir kızımız oldu, Ayşe. Ayşe 6 aylıktı, Asiye ilçedeki ilkokulun ana sınıfına öğretmen olarak başladı. 3 sene sonra bir oğlumuz oldu, Ali. Asiyem kışın okulda çalışıyordu, yazın zeytinlikte. Aradan geçti 30 sene. Asiye emekli oldu, çocukları evlendirdik baktık olacak gibi değil, zeytinlikte geçirdiğimiz zamanın dışında çok boş vaktimiz kalıyor, ikimiz de alışık değiliz, Asiye'nin babasından kalma bu dükkanı kahveye çevirdik. Şimdi yaz olduğunda çocuklar torunlarımızı alıp geliyorlar, hep birlikte biraz kahvede çalışıyoruz; daha doğrusu yaşıyoruz, yiyoruz içiyoruz, zeytinliğe gidiyoruz. Ali de Ziraat Mühendisi çıktı, zeytinle zeytinyağı ile daha çok o ilgileniyor. İşte bizim hikayemiz" diye lafını bitirdi ve rakısından büyük bir yudum aldı. Kadın, önce kahveciye sonra da karısına baktı. "Hiç arkanıza dönüp de keşke yapmasaydık dediğiniz zamanlar oldu mu?" diye sordu. Asiye abla cevap verdi, "olmaz mı, tabiki oldu, hele okurken para istememek için kaçak işlerde çalışmaya kalkar sonra yüzümüze gözümüze bulaştırır, sonunda da babasına yakalanırdık; her defasında tüh be keşke yapmasaydık derdik. Bir de hep çalıştık be kızım; ancak çocuklar büyüdükten sonra birbirimize vakit ayırmaya başladık, çok güzel bir hayatımız oldu, İzmir'in en şık lokantalarında da yemek yedik, köylünün sofrasında da. Azla da yetindik, ama çokla şımarmadık. Keşke birbirimizi gençken de bugün olduğu gibi yaşayabilseydik, tek keşkemiz budur" dedi. Adama baktı kadın. Adam sigarasını yaktı, kadına uzattı. Sessizlik çökmüştü masaya, "hadi ama balıkları soğutmayın" diye sessizliği kahveci bozdu. Yemeğe daldılar, otel sahibi ile kahveci bugün çıkan balıklardan konuştular, Adam sessizce onları dinliyordu. Saatin geç olduğunu hava kararmaya başladığında fark ettiler. Hep birlikte kalkıp sofrayı topladılar, mangal ateşinde içilecek kahveler için kadın içeriden fincanları getirdi, otel sahibi cezveyi mangala yerleştirdi. Kahvenin kokusu sarmıştı etrafı. Kahvelerini içtiler, otel sahibi "artık kalkma vakti geldi, bakalım ben yokken ne halt etmişler otelde?" diyerek kalktı. "Biz de geliyoruz" dedi arkasından adam. Kahveci ile karısına teşekkür ettiler. Ve kalktılar. Otele geldiklerinde kadın sarhoş gibiydi. İçtiği rakıdan değil, yaşadığı günden sarhoş olmuştu. "İzninizle" diyerek odasına çıktı. Bir gün daha bitmişti İda'da...

Anneannem ve Tarçınlı Kebap

Anneannemin tarçınlı kebap yapacağı pazarları hepimiz iple çekerdik... Tanrım o ne koku ne tat... Bu soğuk pazar gününde ağzımın suyu akmaya başladı ama nafile... Ne tarçınlı kebabı yapacak Anneannem hayatta, ne de o sofranın etrafında toplanan çocuklar çocuk... O patateslerin iri iri doğranıp kızartılması, etlerin piştikten sonra hazırlanan bol yağlı sos içinde beklemesi ve sonra kızarmış pateteslerle etlerin birbirine kavuşması... Başrolde tabiki Tarçın... Herhalde en son Anneannemin elinden 15 sene önce yedik tarçınlı kebabı... O minicik boyuyla hiç üşenmeden biz canavarlara kilolarca patetes kızartıp, arkasından "yok bu yetmez" deyip 2-3 kilo daha patates kızartan Berşan'cım, kızartma yağını kimsenin görmeyeceği bir yerde saklar, tarçınlı kebap masaya gelmeden bir güzel o sakladığı kızartma yağını üzerine dökerdi. Şimdi diyeceksiniz ki "çüşşş"... Sadece o mu; tereyağ ile pişirdiği pilav üzerine tereyağını kızdırıp döken bir kadından bahsediyoruz. İşte bugüne kadar hiç kimse o yüzden O'nun yaptığı gibi tarçınlı kebap yapmadı, yapamadı.... Ahh... Tarçınlı Kebap yapmak için daha birkaç ay var... Bir Nisan gelsin, annem Tarçınlı Kebap yapmaya karar versin, o zaman tarifini de size anlatacağım... Ha bu arada evet ben de tarçınlı kebap pişiriyorum, ama tarifini annemden alıp vermek daha keyifli; çünkü o her tarifle birlikte mutlaka bir hikaye anlatıyor; hikayeyi ve tarçınlı kebabın tadını merak ediyorsanız; biraz beklemeniz lazım... İyi pazarlar...

18 Şubat 2011 Cuma

Gündoğumu

Kadın odasına çıktığında geceyarısı olmuştu. Dolunay uzaklaşmaya başlamasına rağmen hala odayı az da olsa aydınlatıyordu. Kahveye ihtiyacı vardı; ama kahve kalmamıştı, balkon kapısını açıp yan odanın ışığının yanıp yanmadığını kontrol etti. Bahçeden ıslık sesi geliyordu; oda da değildi ama balkon kapısı açıktı. İçeri girdi, dolabın üzerinde duran kahveyi aldı ve etrafına bakınmadan hemen odadan çıktı. Islık sesi hala devam ediyordu. Balkondan eğilip aşağı baktı, göremedi. Otel sahibi bahçenin ucunda sigarasını içiyordu. Kahvesini hazırladı, çantasını karıştırdı, eline gelen ilk kitabı aldı ve şömineye birkaç odun attı. Kahve çok iyi gelmişti. Sigarasını yaktı, koltuğa yerleşti, battaniyeye sarındı ve okumaya başladı. 35inden sonra şiir okumaya başlamıştı; bazen elindeki şiir kitabı aylarca çantasında dolaşır, bazen de bir nefeste bütün şiirleri içine çekerdi. Kitabın kapağında aynen şöyle yazıyordu "Benim söylemek için çırpındığım gecelerde, Siz yoktunuz"... Özdemir Asaf'ı okumak her zaman huzur vermişti O'na. Bu gece şiirlerinde kaybolmak iyi gelecekti. Sayfaları şöyle bir çevirdi, önce sırayla bir kaç şiir okudu; sonra da rastgele sayfalardan rastgele şiirler seçerek okumaya devam etti. Kahvesi bitmişti, bir fincan daha iyi gelecekti. "Keşke bir kadeh konyak olsaydı" diye geçirdi içinden. Kahvesini yaptı ve koltuğuna gömüldü. Saat ilerliyordu, bazı şiirleri 3 kere 5 kere okuyordu, içine çekiyordu kelimeleri tek tek. Saatine baktı, neredeyse 3 olmuştu, birkaç saat sonra gün doğacaktı. Bahçeden gelen ayak sesleri dikaktini çekti. Kulak kabarttı, ikisi de hala bahçedeydi. Üşüdü; kalktı balkon kapısını kapattı. Şömineye birkaç odun daha attı, kitabı sehpaya bıraktı ve alev alev yanan odunları seyretmeye koyuldu. İçi geçmişti; burnuna gelen kokuyla gözlerini araladı. Bir an nerede olduğunu anlamamıştı. "Hadi kalk" dedi. Nasıl girmişti içeri? Balkon kapısını kapatmıştı, oda kapısında da sorun yoktu. Çok oluyorlardı. Gözlerini sımsıkı kapadı, ve birkaç saniye sonra açtığında evet karşısında duruyordu. "Nasıl girdin içeri?"cevabını bile bile sormuştu soruyu. Adam güldü, "bırak şimdi içeri nasıl girdiğimi de gün doğumunu seyretmeye sahile iniyorum geliyor musun benimle?" dedi. Her yanı tutulmuştu, günbatımını seyretmişti, gündoğumunu kaçırmamalıydı. Kalktı, "5 dakika sonra aşağıda olurum üstümü değiştireceğim" dedi. Adam olduğu yerde kıpırdamadan durmaya devam ediyordu. Kapıya doğru yürüdü, adam hala duruyordu. Kapıyı açtı, ama hiçbir hareket yoktu. "Çıkar mısın lütfen üstümü değiştireceğim" dedi. Adam, kapıya doğru adım attı ve ayağıyla kapıyı itti. "Giyin hadi, sanki ilk defa yanımda soyunacaksın" dedi. Kadın hiçbir şey söylemeden soyundu ve üzerine kalın birşeyler geçirdi. "Oldu mu istediğin?" dedi, montu ile kaşkolunu aldı, ceplerini yokladı eldivenini buldu ellerine geçirdi. "Hadi gündoğumunu kaçırmak istemiyorum" dedi ve odadan çıktı. Arabaya bindiler, sahile gelene kadar konuşmadılar. Arabayı park ettikleri yerden az ötede kayalara vardıklarında, dağların arasından bir kızıllık göz kırpmaya başlamıştı bile. Sırtlarını denize döndüler ve İda'yı seyretmeye koyuldular. O dev ağaçların arasından yavaş yavaş yükseliyordu güneş. Soğuktu, kadın titredi. Adam, elini omuzuna attı kadın geri çekildi. Adam üstelemedi. Konuşmadılar. Sadece seyrettiler... Sessizliği kadın bozdu, "sende kaldığım bir gece yorgunluktan bayılmışım, sabaha karşı gözümü açtığımda oda boştu, salonda kanapede sızmıştın, kendime kahve yaptım ve balkona çıktım, gün doğmak üzereydi, bağdaş kurup yere oturdum, seni fark ettiğimde kaç dakika geçtiğini bilmiyordum bana -hayat bu işte, sen ben olmuşsun, ben ise sen, sen gündoğumunu içine çekiyorsun, ben ise seni- dedin" ve gözlerinden birkaç damla yaş geldi. Adamın eli akan yaşlara uzandı, "ben hala içime çekiyorum seni sen benden uzakta olsan da, sen bensin ben ise sen"... "İda'da gündoğumu" dedi kadın yüksek sesle...

17 Şubat 2011 Perşembe

Gittiği yere kadar...

"İda'da günbatımı"... İçeride masalar hazırlanıyordu, akşam yemeği vakti gelmişti. Otel kalabalıktı bu akşam. Kadın ilk defa o akşam fark etmişti; ekose battaniyeler sanki bir anda masa örtsüne dönüşmüş, tüm masalar Noel vakti gibi, kırmızıdan yeşile çalıyordu. Üşüdüğünü hissedip, şömineli salona geçti belki biraz ısınabilirdi. Hafif bir müzik çalıyordu, kulağını kabarttı Ayışığı Sonatı'ydı çalan... Ama biraz cızırtı vardı, gözleri parladı "plak bu" dedi kendi kendine... Etrafına bakındı, kütüphanenin bir rafında Dual pikap pırıl pırıl parlıyordu yanında bir sürü plakla. Tek tek plakları karıştırmaya başladı, jazz, klasik müzik, Türk pop müziği, ne ararsan vardı. Fransızca chansonlardan, Beatles'a, Pink Floyd'dan Ajda Pekkan'a, Bach'dan Vivaldi'ye, en çok Erol Evgin'in Çiğdem Talu-Melih Kibar plaklarını gördüğünde heyecanlandı. Etrafına bakındı, otel sahibini göremedi. Herkes kendi havasındaydı. Kimse fark etmezdi, değiştirse plağı ve Erol Evgin'den "işte öyle birşey"i dinlemeye koyulsa. Sonra bardan bir kadeh rakı istedi, kadehi hazırlanırken plağı değiştirdi. Dalmıştı, omuzuna değen eli fark ettiğinde bir an irkildi. "Yemek hazır" dedi otel sahibi. "Veranda da hazırladım masayı ama istersen hemen içeri taşırız" dediğinde kadın "sen" diye hitap ettiğini fark etti. 2 gündür ilk defa "siz" dememişti. Umursamadı; "yooo veranda güzel, dolunay da etrafı aydınlatıyor gerek yok" dedi. Masaya geçti, tabağına bir dilim keçi peyniri koydu, biraz zeytinyağı gezdirdi üzerinde... Kızarmış ekmeğin kokusuna dayanamazdı. Bir dilim aldı ve ekmeği koparıp kokusunu içine çekti. Otel sahibi de oturmuştu. Boşalan kadehi doldurdu, "hayata" diyerek kadeh kaldırdı. Kadın "İda'ya" dedi ve sıkı bir yudum aldı. Yoktu, masa 3 kişilikti ama O yoktu. Bir parça peyniri ağzına attıktan sonra şu ana kadar 3-5 kelime hariç hiç konuşmadıklarını fark etti otel sahibiyle. "Nereden aklınıza geldi buraya gelmek?" diye lafa girdi. Adam içini çekti, "karımdan ayrılmıştım, param vardı, işimden mutlu değildim, yapacak birşey kalmamıştı, istifa ettim ve yola çıktım. Buraya gelmem 15 günümü aldı, neredeyse 10km'de bir durup nerede olduğuma bakmaksızın yeri geldi arabada yattım yeri geldi temiz bir pansiyon çıktı karşıma da sıcak bir duş alıp, bembeyaz çarşaflarda uyudum. Bugüne kadar nasıl dayanmışım o tempoya diye düşündüm durdum. 15 gün sonra bu köye geldim. Ve bir daha gidemedim, benim yolculuğum burada sonlandı. O gün bugündür yeri geldi mutfağa girdim yemek yaptım yeri geldi odaları temizledim, hem kendi kendimin patronu oldum hem de işçisi. Huzurluyum burada" dedi. Kadehleri boşalmıştı; adam yine doldurdu. "Peki senin hikayen ne?" diye sorduğunda gözleri buğulandı. "Susma hakkımı kullanmak istiyorum" demek geldi içinden ama tek bir kelime çıkmadı ağzından. O sırada bahçe kapısının sesi duyuldu, otel sahibi kalkıp birkaç adım attı ki "döndün mü sonunda?" diye sorduğunda O'nun geldiğini anlamıştı. "Biz yemeğe başladık, hadi gel" dedi. Adam masaya geldi "iyi akşamlar" dedi ve daha oturmadan kadehine rakısını doldurdu. "Eee özlemişsindir tabi uzun zamandır içmiyordun, kaç saat oldu, pardon dakika?" diye dalga geçti otel sahibi arkadaşıyla. Otel sahibi diğer misafirlerle ilgilenmek için kalktı ve ikisini başbaşa bıraktı; birkaç adım attıktan sonra "sizin konuşacaklarınız vardır" demeyi de ihmal etmedi; yüzüne oturmuş pis bir gülümsemeyle. Karşılıklı oturuyorlardı, kadın birkaç dakika tabağından başını kaldırmadı ama sonra dayanamayıp "neden?" diye sordu. Cevap alamayacağını bile bile çıktı ağzından bu soru. Beynini yiyip bitiren bu sorunun ne zaman cevabını öğrenecekti? "Biliyorsun" dedi adam. "Hep korktum, sevmenin kaybetmek olduğunu bildiğim için korktum" dedi. "Bilmiyor musun hep kaçtım ben, herkesden kaçtım, senden, ailemden, arkadaşlarımdan"; "saçmalama" dedi kadın. "sen sadece benden kaçtın, onlar hep senin etrafındaydı". "Bak kendi ağzınla söylüyorsun ya onlar hep benim etrafımdaydı, ama yanımda, içimde değildi. Sen geçtin o kapıdan, sen gördün gözümden akan yaşları, sen en aciz halimi yaşadın" dediğinde kadehler boşalmıştı bile. Otel sahibi az uzaklarında güya misafirleriyle ilgileniyordu, ama gözleriyle de onları takip ediyordu. Kadının gözlerinden yaşlar boşanıyordu, bir anda sessizlik oldu. Balıklar gelmişti masaya, adam balığın birini alıp bir cerrah gibi hiçbir yerine zarar vermeden balığı ayıkladı ve kadının tabağı ile kendi tabağını değiştirdi. İlk balık yaptıkları gece aklına geldi kadının; "sen yıka, ayıkla ben pişiririm" dediğinde çok gülmüştü adam. "Neden ki seni yerler diye mi korkuyorsun?" demişti kahkahalar içinde. "Hatırlıyor musun ilk yaptığımız balığı" diyerek sessizliği bozdu adam. "Offf yaaa" diye geçirdi içinden kadın. Gülmeye başladı, bu sefer kahkaha dolu gözyaşları akıyordu yanaklarından. Otel sahibi masaya geri dönmüştü, "aaaa sen kahkaha atmayı da biliyormuşsun" dedi. "Herhalde benim balığımı da ayıklayacaksın değil mi? Bedava tatilin de bir bedeli var" dedi. Güldüler bu sefer hep birlikte. Kadın yemeğin ortalarında çakır keyif olmuş bir taraftan da hafif bir üşüme ile titremeye başlamıştı. Otel sahibi masayı topladı, çocuklara kahve yapmalarını söyledi, ama kadınla adam aynı anda "ıııııhhhhh" dediler. Otel sahibi gülmeye başladı "sahi siz niye ayrılmıştınız?" dediğinde adam garip bir bakış fırlattı ve "biz ayrılmadık ki" dedi. Dolunay geceyi aydınlatmaya devam ediyordu. Müzik değişmişti, masalar toplanmış, tatlılar sofralara gelmeye başlamıştı. Ayva tatlısı, hem de kaymaklı. Kadının gözleri parladı aniden, "biliyor musun annemin ayva tatlısı üzerine yoktur, şimdi tadına bakacağım ve not vereceğim" dediğinde otel sahibi şöyle bir kadını süzdü "göreceğiz" dedi. Kadın ayvalara baktı, "hımmm rengi güzel gözüküyor, jölesi kıvamında, sırada tadına bakmak var" dedi ve koca bir lokmayı ağzına attı... "Hımmmm, eh idare eder, ama biraz daha limon ister" dedi. Otel sahibi de "o zaman yarın sabah mutfağa giriyorsun ve sen yapıyorsun ayva tatlısını" dedi. "Maalesef, yolcu yolunda gerek yarın dönme vakti" dediğinde adam elini tuttu "merak etme sen biz daha birkaç gün buradayız, hem ayva tatlısı yapar hem de kuru köfte, söyle herkese yarın akşama kuru köfte patates var, balık yok" dedi. Kadın elini çekmek istese de yapamadı. Ne yapacaktı şimdi? kalacak mıydı? Gece vakti bu kadar içkiden sonra yola da çıkamazdı. Offf ne yapacaktı şimdi? Kalkmak istedi, sendeledi. Oturdu tekrar. "Evet kahve vakti gelmiş" dedi. 10 dakika sonra kahveler gelmişti, yanında portakal likörleri ile birlikte. "Ellerimle yaptım" dediyse de inandıramadı ikisini de. Kahvelerini içtiler, 2şer tur likörlerini de. Çatlayacaktı kadın, geldiğinden beri yiyip içmekten başka birşey yapmıyordu. "Eğer burada kalacaksam yatmam lazım, hiç olmazsa sabahın da tadını çıkarayım" dedi. Otel sahibi "o zaman yarın sabah birlikte yürüyüşe çıkıyoruz, itiraz istemem" dediğinde adam güldü; "sen benim ne zaman yürüyüşe çıktığımı gördün, ben uyurum siz de yürürsünüz" dediğinde kadın adamın elini tutup "olmazzz anca beraber kanca beraber" dedi. Hep birlikte güldüler. Uzun zamandır bu kadar güldüğünü hatırlamıyordu, ama bu onu korkutuyordu bir taraftan. "Boşverrr" dedi kendi kendine. "Gittiği yere kadar"...

15 Şubat 2011 Salı

İda'da günbatımı

"Korkularını dile getirmek kadar rahatlatıcı birşey yoktu hayatta" diye düşündü. Gerçekten neden bugüne kadar susmuştu? Cevapsız kalacağını bildiği için mi? Kitabını okuyordu, daha doğrusu okuduğunu sanıyordu... Çünkü son bir saattir hala aynı sayfadaydı, kelimeler birbiri içine giriyor, bir türlü cümlenin neresinde kaldığını hatırlayamıyordu. Kitabı kapattı, etrafı seyretmeye başladı. Ağaçların arasından görünen deniz, kuş sesleri, hafif esen rüzgar... Keyfi yerindeydi. Saatine baktı çoktan öğle vakti gelmişti. Kalktı, odasına doğru yürüdü. Çantasını alıp köy pazarına gidecekti. Biraz etrafı gezer, alışveriş yapar sonra da otele dönerdi. Otel sahibi ile karşılaştı bahçenin kapısında. Birlikte yürümeye başladılar. Sessizliği adam bozdu "uzun zamandır mı birbirinizi tanıyorusunuz?", kadın cevap vermedi. "özür dilerim" dedi adam; "çok özel bir soru oldu galiba". Kadın yine cevapsız kaldı. Pazara geldiklerinde kadının gözleri ışıl ışıldı. Bir tarafta yöreye has otlar, peynirler, zeytinler, diğer tarafta köylünün el emeği göz nuru örtüleri, havluları, yemenileri... Hepsini alası geldi içinden. Otel sahibi yaşlıca bir teyze ile sohbet ediyordu; tezgahtaki otların herkese şifa dağıttığını anlatıyordu teyze. Bir kaç tezgah ötede bir sürü otla yapılan gözlemeler satıyordu gençten bir köylü kadın. Acıktığını hissetti. Tezgaha yaklaştı ve kadın sacın üzerinden yeni aldığı gözlemeyi uzattı; yandaki tezgahta sabun satan genç çocuk hemen bir tabure çekti ve kadına verdi. Otel sahibi ile gözgöze geldiler o anda; adam gözleriyle afiyet olsun der gibiydi. Gözlemeci kadın konuşmaya başladı; "İstanbul'dan mı geldin?" ağzı dolu oldğu için cevap veremedi ama başını salladı. "Çok mu kalacaksın yoksa sadece tatil mi?" Lokmasını yuttuktan sonra, "kısa bir tatil; yarın döneceğim" dedi. Kadın ikinci gözlemeyi kağıda sararken, bir yandan da lafına devam etti "sen hiç İda'da günbatımını seyrettin mi?" hayır anlamında kafasını salladı. "Çok şey kaçırmışsın kardeş" dedi. "Neyse şanslısın ki bu akşam da kalıyorsun; günbatımını seyretmek için en güzel yer kaldığın otelin bahçesinde biraz uçuruma doğru bir taş var işte orası. Oraya otur ve günbatımını izle, gökkuşağının tüm renklerini göreceksin... Ama sadece o taşın üstünde oturursan yakalayabilirsin, ne sağı ne solu sakın unutma" dedi. O sırada kadın ikinci gözlemesini de bitirmiş kalkmaya hazırlanıyordu. Cüzdanını çıkardı tam ne kadar diye soracakken, "misafirimizin misafiri bizim de misafirimizdir. sakın unutma, taşın üzerinde otur ve günbatımını seyret" dedi. "Teşekkür ederim, sözünüzü dinleyeceğim ve herkese hayatımdaki en güzel gözlemeyi sizin elinizden yediğimi söyleyeceğim" dedi ve yavaş adımlarla oradan uzaklşatı. Yemeniler satan tezgahın önüne geldiğinde gözleri kamaştı, turkuazdan mora, kırmızıdan yeşile, sarıya her renk yemeni tezgahı süslüyordu. Hiç düşünmeden her renginden birer tane aldı, parasını ödedi ve otele doğru yürümeye başladı. Otel sahibi de alışverişini bitirmiş arkasından geliyordu. "Size yöre peynirlerinden ve zeytinyağından aldım, yanınızda götürmek istersiniz belki" dedi. "Gözlemelere öyle dalmışımki aklıma ne peynir almak geldi ne de zeytinyağı. Hele yemeniler beni aldı götürdü.Çok teşekkür ederim beni düşünmeniz büyük incelik" dedi. otele gelmişlerdi. kadın izin istedi ve odasına çıktı. Duş alıp dinlenmeliydi. Odaya girdiğinde bir anda burnuna o tanıdık koku geldi, "yok artık" dedi, "tamam birbirimizi tanıyoruz da herhalde odama girmesine de izin vermediler ben yokken" diye düşündü, sonra balkon kapısının açık olduğunu fark etti. Yine taburede oturmuş sırtını duvara yaslamıştı. Elinde her zamanki gibi sigarası vardı. "Duş alacağım, kapıyı kaparsam rahatsız olmazsın değil mi?" diye sordu. Adam kafasını çevirdi, hayır anlamında başını salladı. Kapıyı kapadı, banyoya gidip suyu açtı ve soyundu. Yarım saat sıcak suyun altından çıkmadı. Yine güzel bir gündü, oksijeni, güler yüzlü insanları, kuşları, ağaçları, hayatı içine çekmişti. Çok karlı bir yolculuk oldu bu diye geçirdi aklından. Duştan çıktığında elleri ninelere benziyordu. Havlusuna sarıldı, kahve içmek için kettlea su koydu ve giyinmeye başladı. Kafasını balkona doğru uzattığında hala orada oturduğunu gördü. Giyindi, kahvesini hazırladı ve balkon kapısını açtı. "Kahve içer misin?" diye sordu. Adam kafasını salladı; bu sefer anlamamıştı evet miydi yoksa hayır mı? "Neyse" dedi kendi kendine bir fincan daha aldı ve kahveyi hazırladı. Balkona çıktı hiç konuşmadan kahveyi korkuluğun üstüne koydu, şömineni önündeki koltuğu kapının önüne çekti ve oturdu. "Bugün pazarda gözlemeci kadın buradan günbatımını seyretmeden gitmemin hata olacağını söyledi, ben de günbatımını kaçırmamak için bir gece daha kalmaya karar verdim." dedi. Adam cevap vermedi; kadın da sustu. Yine susmalara başlamışlardı. İşte bu yüzden kadın konuşmaktan kaçıyordu. Çünkü konuşunca bu sefer de susmak bilmiyordu. Ama susmaya karar verdi. Kahvesi bitmişti. Kalktı, üstüne kalın birşeyler geçirdi; eldiven, bere ne varsa ceplerine tıktı, hiçbirşey söylemeden balkon kapısını kapattı o sırada kapı çaldı. Otel çalışanlarından genç bir çocuk bir küfe dolusu odunla gelmişti. Sessizce odaya girdi, birakç odunu şömineye attı, küfeyi kenara bıraktı ve odadan çıktı. Kadın da hemen arkasından çıkıp, gözlemeci kadının söylediği taşa doğru yürümeye başladı. Otel sahibi yeni gelen misafirleri ile konuşuyordu, ama başıyla selam vermeyi de ihmal etmedi. Kadın taşa yaklaştığında yandaki taburede üzerine küçük bir not iliştirilmiş ekose battaniyeyi gördü. "Bu mevsimde taşın üstünde battaniye olmadan oturamazsın". Yazıyı tanımıştı. Güldü. Kağıdı alıp cebine soktu, ve battaniyeyi taşa serdi. Oturduğunda artık neredeyse vakit gelmişti. Güneş, yavaş yavaş denizle birleşmeye başlamıştı. Denizin mavisi, güneşin kızılıyla karışıyor, ortaya morumsu laciverdimsi bir renk çıkıyordu. Adam arkasında ayaktaydı. Kadın kokusunu alabiliyordu. Ağaçların yeşili kahveye çalmaya başlamıştı, güneş gölge oyunları oynuyordu ağaçlarla birlikte. Kızıl hiç bu kadar kızıl olmuş muydu? Ya lacivert-mor? Hiç bu kadar canlı gözükmüş müydü gözüne? Ya burnuna gelen kekik kokusu, hiç bu kadar keskin olduğunu fark etmiş miydi? Gözü hiçbirşey görmüyordu ki; bunların farkına varabilsindi. Oysa şimdi İda'da, Issız Adam'ın yatağından geçmiş bir sürü kadından biri olan O, tüm bunların tadına varıyordu... Hem de arkasında sessizce kendisini izleyen Issız Adam olmasına rağmen... "İda'da günbatımı" dedi yüksek sesle...

Fırın Dolma...

Çocuktum, herhalde 3. yada 4. sınıfa gidiyordum. Babaannem ile annem, misafirlere yemek hazırlama telaşı içindelerdi mutfakta. Bir taraftan da Hatice Annem masa örtüsünü ütülüyor; Babaannemin bakışlarını ensesinde hissettiğinde "yok olmadı Hatice bu ütü; hadi baştan başla" diye kendi kendine konuşuyordu. Zaten Babaannem sadece "bakardı"; o bakışlarından ne demek istediğini anlamanız gerekirdi...

O akşam kurulan masayı unutmamın imkanı yok; bembeyaz keten örtüler üzerinde pembe porselen tabaklar, kristal kadehler, pembe porselenlere eşlik eden pembe güller... Ve tadına doyamadığımız yemekler... İlk defa o zaman mı tadına bakmıştım tam hatırlayamıyorum; ama aklımda kalan ilk Fırın Dolma bu sofradandır...

Tüm domatesler aynı boyda olmak zorundaydı; tabiki dolma biberler de... Yoksa Babaannem hasta olurdu... Her şey simetrik olmalıydı... Birbiri aynı olan sebzeler aynı boyda olmalı, sosu aynı miktarda gezdirilmiş olmalı.. Olmalı olmalı, olmalı... Düşünün ki, neredeyse her dolmanın içindeki fıstık sayısının da eşit olması gerektiğine inanan bir kadın ve bu kadının yanında Annem...

Biz Fırın Dolma'ya geri dönelim.... O bostan patlıcanlarının saatlerce ateş üzerinde közlenmesi, kararmasın diye kabuklarının elleri cayır cayır yakmasına rağmen ateşten alındığı anda soyulması, süzgeçte bekletilip kara suyunun akıtılması, diğer tarafta kıymanın pişirilmesi, hem de mum alevi kadar yanan ocakta, tuzunun, biberinin, fıstıklarının tek tek tezgah üzerine kullanılacak miktarlarda yerleştirilmesi... Biri eksik olursa, yada yapılış sırası değişirse, sanki o yemek hiçbir şekilde yenmeyecek kadar kötü olacağına inanmak belki de bu kadar bu kadar ilginç kılıyordu o mutfakta pişen yemekleri...

Kapıya gelen, kamyonda meyve-sebze satan adamın bugüne kadar çıldırmamış olması da mucizedir bu arada. 2kg domates almanın 1 saat sürdüğü bir kapıda, adam hiçbir zaman sabrını yitirmez, beklerdi... Sıra dolma biberlere geldiğinde biraz hızlandırmak için elini uzatmaya kalktığındaysa bir bakışla karşılaşır ve hemen elini geri çekerdi.

E kolay mıydı, Ayten Hanıma'a sebze satmak?!?! Bizim fırın dolmanın fırına girene kadar yaşadığı maceralar sadece içinin hazırlanması yada domateslerin boyunun aynı olmasıyla bitmiyordu...

Yemeğe gelecek olan misafirlerin sayısına göre domates ve biber sayılarının tutturulması, tutturulan adetlerin fırına atıldığında dağılmayacağının garantisi olmayacağı için yedekte içi doldurulmuş domates ve biberlerin bekletilmesi gerekmekteydi... Diğer taraftan fırın dolma ile birlikte börek mi yapılmalıydı yoksa fırın makarna mı? Eğer börek yada fırın makarna yapılacaksa aynı fırında hem dolma hem de börek yada fırın makarna pişemeyeceği için öncelik kime verilecek diye hesap yapılır, hem de her defasında, ve mutlaka bir defasında börek ilk girerdi fırına, diğerinde fırın dolma... Fırın Dolma'nın fırından çıktıktan sonra kurumaması için hazırlanan domates sosunun ne çok sulu olması ne de beşamel sos gibi olması mutlu ederdi Babaannemi... O'nun kıvamında olmalıydı...

Yemek vakti geldiğinde, misafiler gidene kadar kendi sofrasını eleştirir gözlerle seyreder, misafirleri lokmalarını çiğnerken, mimiklerinden yemeği hakkında ne düşündüklerini anlamaya çalışırdı.... Ama bir gerçek vardı ki, Fırın Dolma en çok O'nun sofrasına yakışırdı...

Zaman geçti, Fırın Dolma yılda bir-iki evimizde pişmeye devam etti... Ama artık ne domatesin boyu dikkatimizi çekiyordu, ne de içindeki fıstık sayısı... Ne de olsa Ayten hanım yapmıyordu; zaten tadı da hiçbir zaman O'nunki gibi olmuyordu, olmayacaktı...

14 Şubat 2011 Pazartesi

Kaz Dağları...

O gece her ikisi de hiç konuşmadan yemeklerini yediler, rakılarını içtiler... Kadın yorgun olduğunu söyleyip izin istediğinde otel sahibi "önce bir kahve içmeliyiz" dedi... "Ellerimle pişireceğim kahveyi; lütfen siz şezlonglara geçin" dediğinde kadın karşı gelemedi... Masadan kalktı ve şezlonga doğru birkaç adım attı; ama oturamadı. Karşısında artık simsiyah gözüken bir deniz, kafasının üstünde bir yerlerde kendisine göz kırpan ay ve ağaçların yapraklarından gelen hışırtı... Ve bu sessizliği bozan O'nun ayak sesleri... İçeriden fısıltı şeklinde gelen müzik bir anda değişti; İncesaz yerini Sting'e bıraktı, Desert Rose çalıyordu... Birkaç adım daha attıktan sonra, ağacın altındaki banka oturdu ve Sting'in o muhteşem sesini dinlemeye koyuldu. O sırada, otel sahibi elinde 3 fincanla birlikte kadının yanına geldi. "Neden banka oturdunuz? Şezlongda daha rahat edersiniz" dediğinde hiç cevap vermeden tepsiden fincanını aldı ve "teşekkür ederim" dedi. Gece bundan daha güzel, bundan daha sessiz olabilir miydi? Kahvesini bitirdi, otel sahibine teşekkür etti ve yavaş adımlarla odasına doğru yürümeye başladı. Hala konuşmamışlardı. Yine o ayak seslerini duydu; arkasından geliyordu. Merdivenleri çıktı, anahtarı kilide yerleştirdi ve çok yakınında bir nefes hissetti: "artık hiç mi konuşmayacağız?" Kadın cevap vermedi, odasına girdi ve arkasına dönmeden kapıyı kapadı. Üzerindekileri alelacele çıkardı, pijamasını giydi ve şöminenin karşısındaki koltuğa kıvrıldı. Eline yarım bıraktığı kitabını aldı ve boş boş sayfaları çevirmeye başladı. "Artık hiç mi konuşmayacağız?" bu soruyu beyninden atamıyordu. Oysa en çok konuşmak isteyen oydu, neden konuşmadı ki? Neden? Gün ağarmak üzereydi ve gözünü kırpmamıştı bile... Ama uykusu da yoktu. Kalktı, kettlede kendine su ısıttı, bir fincan kahve iyi gelecekti. Balkonun kapısını açtı ve dışarı çıktı. Ayaz kendini daha az hissettiriyordu. Yan balkona gözü ilişti, ama hiç konuşmadı. İçeri girip fincanını aldı, koltuğu kapının yanına çekti ayaklarını uzatıp kahvesini içmeye koyuldu. Yürümeliydi, ağaçların arasında ayakları takıla takıla yürümeliydi. Kahvesini içti, üzerine eşofmanlarını çekti ve kendini dışarı attı. Otel sahibiyle karşılaştığında kuru bir "günaydın" demekle yetindi ve yürümeye başladı. Herhalde 2 saat boyunca indi, indi, tırmandı, tırmandı... üstü başı çamur içinde kalmıştı, her yeri ağrıyordu ama hiç de önemli değildi. Ruhu arınmıştı. Odasına girdiğinde şöminenin alev alev yanan haliyle karşılaştı. Oysa çıkarken şömine yanmıyordu. kendini duşa attı ve sıcak suyun altında gözlerini kapatarak durdu, durdu, durdu... Bir anda bir melodi duydu; "Sound of Silence"... "Allah Allah bu ses de nereden geliyor?" diye düşündü. Çıktı, havlusuna sarındı... Buhar olmuştu bütün banyo. Kapıyı açtığında melodi daha da yakınlaşmıştı. Balkon kapısı açıktı, ve balkonda birisi vardı. Yavaşça temiz giysilerini çantadan çıkardı, alelacele üstünü giydi, ve balkona çıktı. Bir taburede sırtını duvara yaslamış oturuyordu. Bir anda söze girdi "farkında mısın biz seninle olduğumuz süre içerisinde hiç sevgililer gününü kutlamadık" dedi; kadın sessiz kaldı. İçeriye girip kendine bir fincan kahve yaptı, "ben kahvaltıya iniyorum" dedi; kahvesini eline alıp odadan çıktı. Evet ya biz hiç sevgililer gününü kutlamamıştık, biz hiç doğumgünü de kutlamamıştık, hiçbir özel günü kutlamamamıştık hatta... Saatine baktı, tarihi görünce gülümsedi. Bugün 14 Şubat'dı... Mis gibi kokan çayın yanında kıpkırmızı domatesler, ama yamuk yumuk, bir sürü yeşil ot, yeşil mi siyah mı rengini bir türlü kestiremediği zeytinler, üzerinde minik mor topların bulunduğu kurutulmuş kekik ve keçi peyniri... Diğer yanda, köylülerin yaptığı ayva, vişne, limon reçelleri... Acıktığını hissetti. Otel sahibi masasını hazırlamıştı; hemen çayını koydu ince belli bardağa... Fırından çıkmış sıcacık ekmekler masaya geldiğinde O da aşağı inmişti artık. Kuru bir günaydından sonra kahvaltıya başladılar. Ve yine hiç kimse konuşmadı. Otel sahibi sessizliği bozdu ve sordu "bu gece de kalacaksınız değil mi?"... Düşünmemişti, kalabilirdi, gidebilirdi... Sessizliği adam bozdu, "kalıyoruz" dedi... Kadın konuşmadı... İçinden ne sevinç çığlıkları atmak geliyordu, ne de ağlamak istiyordu... Kahvaltısını bitirdi, masadan kalktı, "içine çekmek lazım" dedi ve şezlonglara doğru yürüdü... Kitabını eline aldı ve okumaya başladı. Hayat çok güzeldi, güneş içini ısıtıyordu. Daha ne isteyebilirdi ki? Arada yanına gelen otel sahibinin getirdiği ıvır zıvırları yedi, kahveleri içti ama hiç kimseyle konuşmadı. Akşam üzeri olduğunda üşüdüğünü hissedip odasına çıktı, şömine yine alev alevdi. Üstüne bir kazak aldı, bere, eldiven, kaşkol herşey tamamdı. Tam odanın kapısını açtığında balkon kapısında O'nu gördü. "Konuşmayacak mıyız?" dedi adam ve sonunda cevap verdi; "konuşmak istemeyen sendin ben konuşmak istedikçe... ya şimdi ben konuşursam ve sen yine susarsan?" Kadın tüm korkularını dile getirmişti sonunda...

13 Şubat 2011 Pazar

Çocukluğumdan bana kalanlar... İstanbul'a inmek...

İstanbul'da yaşamasına rağmen, bütün çocukluğu "hadi İstanbul'a iniyoruz" sözünü duyarak geçti. O kadar normal bir sözdü ki O'nun için, üniversiteye başladığı yıllarda arkadaşları dalga geçerdi O'nunla.. Ama öyleydi, İstanbul'a inilirdi. Pazartesi temizlik günüydü, Salı çamaşır, Çarşamba ütü... Perşembe ve Cuma İstanbul'a inilirdi. Beyaz Apartmanı olurdu ilk istikamet... Odalarında kaybolmayı ne çok severdi... Bir taraftan da korkardı; ya büyük teyze kızarsa... İlk defa orada görmüştü bir karı kocanın odasında iki tek kişilik yatağı! Her eve dönüşünde annesiyle babasının odasına koşar bir kez de onların yatağına bakardı. Hayır, onlarınki olması gerektiği gibiydi; çift kişilik koca bir yatak. Yıllarca anlam veremedi... Ama en cok teras katını severdi... İşte o ev hep hayalini kurduğu evdi. Kocaman bir salon ve bu salonu ısıtan kocaman bir şömine... Camlardaki perdeler hiç kapanmazdı... Neden kapansın ki; uçsuz bucaksız Boğaz hep karşılarındaydı. Bugün düşününce hiç de uçsuz bucaksız değildi Boğaz dedi kendi kendine; çocukken herşey ne kadar büyük gözükürdü gözüne. Bir de hafta sonları karşıya geçilirdi; neyseki kimse "karşıya geçme" sözüyle dalga geçmezdi. Sirkeci'den arabalı vapura binmek; martılarla birlikte yolculuk etmek, Harem'e vardıklarında simit almak... Tanrım ne kadar güzeldi çocuk olmak. Karşıda ziyaret edilen evde koca sofralar kurulur, en güzel yemekler yapılır, hep bir ağızdan konuşulur, kimse kimseyi dinlemez ama herkes birlikte olmaktan mutluluk duyardı... Büyük halanın evinde pişen un kurabiyesinin kokusu burnunda tütüyordu. Öleli kaç sene oldu; ama evinin önünden geçerken hala aynı kokuyu alabiliyor olmak delilik emaresi miydi acaba? Ya büyük teyzelerin küçüğünün her akşam altıda yatmasına ne demeli? Kapıyı yanlışlıkla saat altıbuçukta çalarsan "geceyarısı oldu farkında değil misin?" diye azar işitirlerdi. İstanbul'a indiklerinde gittikleri çok özel bir yer vardı; adını hatırlayamıyordu. Rumeli Caddesinin sonuna doğru soldaki sokakta bulunan kebapçı. Anne ve babasıyla oraya gitmeyi çok severdi. Sonra, Disney mağazasından yapılan ayakkabı alışverişleri... Dilberler'den alınan bir sürü kıyafet... Hepsi birer ritüeldi hayatında... Olmazsa olmaz... Büyüdü, İstanbul'a inmeye devam etti, karşıya da geçiyor, ama ne Beyaz Apartmanı var ne de koca sofralar... Hepsi çocukluğunda kaldı. Boğaz'da bile artık iki köprü var, koca koca gökdelenlerle doldu heryer... Çocuk olmak istedi yine... Elinde elma şekeri ile koşmak istedi... İstanbul'a inmek istedi.... Ama çocuk olarak...

Yolculuğa çıkmak gerek...

Kadın yatağından zorlukla kalktı... Bütün hafta koşturmaktan takati kalmamıştı. Bir anda uzun zamandır yolculuğa çıkmadığı aklına geldi. Evet ya, uzun zamandır yola çıkmamıştı ruhunu dinlendirmek için. Yolculuk için zaman ayıramamak ne kötüydü. Gözlerini sımsıkı kapadı ve yolculuğa çıkacak zamanı olsa nerelere giderdi diye hayal etmeye başladı. Atlardı arabaya, denizi ve yeşili kucaklayacağı Kaz Dağlarına doğru yol alırdı. Zeytin ağaçlarının arasından masmavi denizi seyreder, dinginliği içine çekerdi.... İçi titredi bir an. Gözlerini açtı, kahvesini yapmak üzere mutfağa doğru yürüdü. Kahvesini hazırladıktan sonra odasına gitti, dolabın tepesinden çantasını aldı, birkaç giyecek, iç çamaşırı, çorap, şampuan, diş fırçası ile diş macununu çantaya attı. Hızlıca bir duş alıp giyindi. Arabaya atladı, nereye gittiğini bilmiyordu. Araba O'nu nereye götürürse oraya gidecekti. Kendini bir anda feribot iskelesinde buldu. Şanslıydı; Bandırma Feribotu yarım saat sonra kalkacaktı ve neredeyse boştu. Hemen biletini aldı; feribotu beklerken bir kaç yere telefon etti. Arabasını ilk defa alt kata park etti. Evet ya güzel bir gündü. Yerini kolayca buldu. Oturdu ve gözlerini kapadı. Gözlerini açtığında 2 saatlik yolculuk bitmişti ve feribot Bandırma'ya ulaşmıştı. Artık istikameti belliydi... Yeşille maviyi kucaklamaya gidiyordu. Nerede kalırdı, yoksa kalmaz gece son feribotla döner miydi bilmiyordu. CD'lerini karıştırdı, Nilüfer'in yeni CD'si gözüne çarptı. Camlarını açtı ve müziği dinleyerek yola koyuldu. Birkaç saat sonra istediğine ulaşmıştı. Sırtını yeşile dayamış, karşısında engin mavilik... Deniz kenarına indi; arabasını park etti; montunu giydi, kaşkolunu sıkı sıkı bağladı. Bir an acaba çantaya bir bere atmış mıydı diye düşündü ve hemen elini attığında bere ile eldivenler eline geldi. Artık rüzgara karşı yürüyebilirdi. Sahil boyunca bir aşağı bir yukarı yürüdü. Taşlarda oturdu. Sonra açık bir kahveden gelen çay kokusunu burnuyla takip etmeye başladı. Sıcacık bir çay iyi gelecekti; belki de çıtır çıtır bir simit... Üşümüştü, ama çok mutluydu... Çayını içti, simidini yedi. Artık hayata geri dönmeye hazırdı. "Çılgınlık bu" dedi kendi kendine. Bu kadar yolu bir bardak çay içmek için mi gelmişti. İlk defa buraya geldiğinde kaldığı şirin motele gitmeye karar verdi. Ne olurdu ki; belki yerleri vardı. Yada şöminenin karşısında geceyi geçirmesine izin verirlerdi. Hem kapıdan çevirecek değillerdi ya. Heyecanlandı. Yokuşu çıkarken "lütfen ya, bu güzel günü güzel bitirmem için bana yardım et Tanrım" diye haykırdı. Arabasını park etti; hiç çantasını almaya yeltelenmedi bile; "ya yer yoksa" dedi kendine... Son zamanlarda ne çok kendi kendine konuştuğu aklına geldi yine. Güldü; o sırada kapı açıldı. Güler yüzlü otel sahibi "hoşgeldiniz"dedi. Tereddütle baktığını fark edince; "yalnızsınız herhalde; çok şanslısınız otelimizin en küçük odası bu akşam boş" diye lafı devam ettirdi. Kadının gözleri parladı; "teşekkür ederim" diyebildi sadece. Adam ne kayıt yaptı ne de başka bir soru sordu; anahtarı verdi ve "biraz önce şömineyi yakmıştım, 1-2 saate kalmaz odanız hamama döner" dedi. Gülümsediler birbirlerine. Akşam yemekte balık olduğunu söyledi adam; yörenin kırmızı şarabını mı tercih ederdi acaba kadın; yada bildik bir şarap mı? belki de rakı içmek isterdi. Kadın biran duraksadı "siz ne içiyorsunuz?" diye sordu. Adam "bu gece Efe içiyorum, lacivert Efe; bugün tutulan ve rakıda marine edilen levrekle ancak Lacivert Efe gider" dedi. "O zaman ben de lacivert Efe içeceğim" dedi kadın ve oradan uzaklaştı. Kapıyı açtığında çıtır çıtır yanan odunun sesi ve odaya yayılan kırmızı-turuncu rengi görünce içi ısındı. Yatağın üzerinde duran kırmızı ekose battaniye onu çok mutlu etti. Hemen girip sıcak bir duş almalı ve kendine gelmeliydi. Suyun altında ne kadar kaldığını bilmiyordu, ama rahatlamıştı. Hemen üzerine birşeyler geçirdi, biraz allık sürdü. Çantasının ağzını kapatırken paketi gördü, ne zaman koymuştu çantaya acaba. "Kesin çıldırdım ben" dedi. Kapıyı açtı ve buz gibi esen rüzgarla yüz yüze geldi; kaşkolunu boynuna sardı, eldivenlerini cebine soktu, beresi ve içine sigarası ve telefonunu koyduğu minik keseyi eline aldı. Otelde kendisinden başka 2 çift daha vardı; bir de bahçedeki şezlongda kafasındaki bereden ve kaşkoldan gözükmeyen bir adam. Ya da öyle sanıyordu. Gülümsedi, Issız Adam "sanmak" fiilinden nefret ederdi. O da kullanmamaya çok dikkat ederdi. Otelin sahibi elinde minik bir karaf, minik kadehler ve üzerinde Kaz Dağları'ndan toplanmış zeytinlerle eski usul sıkılmış zeytinyağı gezdirilmiş, biraz kekik serpiştirilmiş keçi peyniri ile dolu bir tabak bulunan tepsiyle mutfaktan çıktı; "geldiğinizi görünce hemen rakıyı hazırlayayım dedim; yemekten önce tadına bakmak istersiniz değil mi?" diye sordu. Kadın gülümsemekle yetindi. Bahçede yanan çingene mangallarından birini yanına şezlongu çekti; adam küçük bir sehpa getirdi ve elindekileri sehpaya bıraktı. Hemen arkasından odada bulunan ekose battaniyenin aynısından bir tane getirdi; "soğuk bu gece, üşümeyin" dedi. Kadın huzurluydu, yüzü gülüyordu evet dışarısı ayazdı ama O hiç üşümüyordu. Şezlonga oturdu; rakısını kadehe doldurdu, birkaç buz attı ve keçi peynirinden gelen zeytinle kekik karışımı kokuyu içine çekti. Anason, kekik, zeytinyağı... Hayat çok güzeldi. İçeriden hafif bir müzik geliyordu; İncesaz olmalıydı. Kadının içli sesi aldı O'nu uzaklara götürdü; hani hep hayalini kurduğu, gündoğumunu seyretmek istediği, arada sokaklarında kaybolduğu o yere doğru gitti. Her buluşmalarında "ne zaman gündoğumunu seyredeceğiz?" diye sormuştu. Rakısından bir yudum aldı ve "işte O'nunlayım yine" diye geçirdi içinden... Biran içi titredi, etrafına bakındı, kaşkollu bereli adam biraz uzağında elinde rakı kadehi ağaçlara bakınıyordu. Çiftlere bakındı; onlar şöminenin karşısında şarap içiyorlardı. Bir yudum daha aldı rakısından... Gözlerini kapadı ve hiçbirşey düşünmedi... Biran yanından birisinin geçtiğini fark etti, ama gözlerini açmadı. Ama bu kokuyu tanıyordu; olamazdı. Yine de açmadı gözlerini. Otelin sahibi 15-20 dakika sonra yanına gelip yemeğin hazır olduğunu söyledi. Bahçede de yiyebilirdi ama isterse O'na ve arkadaşına eşlik edebilirdi. "Neden olmasın?" dedi; birlikte verandaya geçtiler, adam sandalyeyi çekti ve oturması için kadına yardımcı oldu. Masada 2-3 çeşit ot vardı, ve yeşile çalan zeytinyağı... "Seveceğinizi düşündüğüm minik börekler hazırladım, biraz ot biraz deniz mahsulü umarım beğenirsiniz" dedi adam. Arkasından gelen ayak seslerini duyduğunda kalbi deli gibi çarpmaya başladı, tanıyordu bu kokuyu... Hem de çok iyi tanıyordu... Beresini başından çıkarmış, ellerini ovuşturarak gelen adam masaya yaklaştığında nefesi kesilir gibi oldu... O'ydu... Otel sahibi tanıştırmak istedi; "biz tanışıyoruz" dedi adam... Hem de birbirimizi o kadar iyi tanıyoruz ki, hiç birlikte gelmediğimiz, adını bile anmadığımız bu oteli aynı gece kalmak için seçecek kadar... "Yolculuğa çıkmak gerek" dedi kadın; bu sefer yüksek sesle... 

Bugün Yorgunum...

Kadın güne yorgun başladı… Gece öyle çok geç de yatmamıştı; dün veya ondan önceki gün öyle çok koşuşturmaca içinde de değildi; ama kendini çok yorgun hissediyordu.
Hiç yataktan çıkmak istemiyordu; oysa bugün cumartesiydi ve hava çok güzeldi. Keyfini  çıkarmalıydı… Kalktı, perdeyi çekti ve penceresini açtı; ılık hava odanın içine doldu… Güneş içini ısıttı. Mutfağa doğru yavaş adımlarla ilerlerken bir anda bugünün O’nun doğumgünü olduğunu hatırladı. Kendisine sert bir kahve yaptı; salona geçti; babadan kalma pikabına ve yanındaki plak yığınına göz gezdirdi. Acaba bir plak seçse, pikap ona bir kıyak çeker miydi bugün? Bazen hiç çalmıyordu; yada sadece cızırtılar geliyordu. Bazen de sanki bugün doldurulmuş bir cd kıvamında çalıyordu… Denemeliydi… Gözlerini kapadı, elini uzattı ve aralarından bir plak çekti… Güldü kendi kendine… Issız Adam’ın orijinali elindeydi…  Fincanını sehpaya bıraktı, pikabın kapağını kaldırdı, üzerindeki tozları şöyle bir üfleyerek temizledi, sonra eline babadan kalma pikabın en büyük yardımcısı kadife bezi eline aldı ve plağı bir bebeği okşar gibi kadife bezle temizlemeye başladı. Hala tereddüt ediyordu, ama denemeden bilemezdi. Plağı yerine yerleştirdi, iğneyi plağın üzerine koymasıyla önce bir cızıltı ve sonra o meşhur melodi çalmaya başladı; Anlamazdın! Balkon camının önünde duran sallanan koltuğuna oturdu, camdan esen hafif rüzgar ve içini ısıtan bu melodi eşliğinde denizi seyretmeye koyuldu.
Sonuna kadar büyük bir zevkle dinledi denizi seyrederken. Martılar balkon demirlerine konmaya başladığında şarkının sonu gelmişti… Kahvesinin de… Kalktı, banyoya doğru yürüdü suyu açtı ve biraz ısınmasını bekledi. Sıcak bir duş iyi gelecekti, belki de tüm yorgunluğunu üstünden atacaktı.
Yorgun olabilirdi ama güne bundan daha iyi başlanamazdı. Dolabı açıp seyretmeye koyuldu… Bugün O’nun doğumgünüydü. Duruma uygun giyinmeliydi.
En sevdiği jean pantalonu üzerine geçirdi; üzerine beyaz bir bluz… lacivert deri ceketine bakındı dolabında yoktu;  diğer odaya gitti orada da yoktu. Neden birşeye ihtiyaç duyduğunda bulunmazdı ki? Sonra aklına geldi, en son O’nun evine gittiğinde sabah telaşla çıkarken orada unutmuştu… Artık lacivert bir deri ceketi yoktu demek bu… Bir an gözleri doldu, nefes alamıyormuş gibi hissetti. Artık hayatında olmayan sadece lacivert deri ceketi değildi, O da yoktu artık…
Odasına döndü, kahverengi deri ceketini eline aldı, diğer dolaptan topuklu çizmelerini çıkardı; hani en son O’nun evine giderken köşedeki dükkandan aldığı sarı-bej çizmeler…  Aynada kendine baktı, biraz allığa ihtiyacı vardı… Biraz da parfüm… uzun zamandır kullanmadığı parfümüne elini uzattı, ve gümmmmm… şişe elinden düştü ve tuzla buz oldu.. Odanın içi en sevdiği parfümle bezendi bir anda. Hiç düşünmeden yere dökülen parfüme elini uzattı ve eline batan cam kırıklarını ancak akan kanı görünce fark etti.
Kızdı kendine; “deli miyim ben? Ne uzatırım elimi oraya?” hemen suyun altına tuttu elini… birkaç dakika sonra kan durmuştu… Tekrar aynada kendine baktı ve “evet , şimdi hazırım işte” diyerek odasının ışığını söndürdü…
Kendini sokağa attığında yorgunluktan eser kalmamıştı. Arabasına doğru yürürken, “acaba kızları mı arasam” diye düşündü; yada tek başına dolaşabilirdi. Uzun zamandır yemek istediği pizza ile ödüllendirebilir kendini, bir kadeh kırmızı şarap içebilir, sonra da, sonrasına sonra bakardı. Evet ya iyi fikirdi; hem bugün O’nun doğumgünüydü. Bir kadeh kırmızı şarapla kutlamak iyi bir fikir… O’na kadeh kaldırıldığını bilmese de…
Güne yorgun başlayan kadın, kendine gelmişti… Artık O’nun doğumgününü kutlama vaktiydi...

Ellerim Boş Kaldı Bugün

"Ellerim boş kaldı bugün... Birkaç damla yaş biriktirmiştim, lazım olur diye... Ellerim boş kalınca biriktirdiklerimi kullanmaya karar verdim... Baktım ne gelen var ne giden, yada bir başka deyişle gözyaşları akacak yol bulamıyor kendine... Gökyüzü benim yerime akıtıyor gözyaşlarını; ben biriktirmeye devam ediyorum... Hani her gece sabaha gözlerini açıyor, hani güneş her sabah inadına doğuyor, dedim ki, kalsın bir başka bahara..." Yatağından geçen bir sürü kadından biri gecenin ayazında oturmuş bunları düşünüyordu... Sağanak yerini öyle bir soğuğa bırakmıştı ki; üzerindeki ıslak giysileri hissedemiyordu kadın... "Ellerim boş kaldı bugün" diye düşündü yeniden... Canı yanıyordu, gözleri buğu içinde etrafındakilere belli etmemeye çalışıyordu canının yandığını. TV'nin karşısında dizi tekrarları bir bir devam ederken boş gözlerle bakıyordu... Gün ağarmak üzereydi... Hiç uykusu yoktu, birkaç saat içinde işe gidecek olmayı hiç mi hiç aklına getirmiyordu.. Günlerdir böyle değil miydi zaten? Bir kaç saat süren yarım yamalak uykuyla işe gitmeler... İşten dönüşte birkaç kadeh yuvarlamalar... Boşb boş TV'a bakmalar... Aklına birden Sunay Akın'ın sözleri geldi : "Bazen unutmak gerekiyormuş, unutulma pahasına. Çünkü zaman değilmiş gideni geri getiren, aslında zamanmış var olanı götüren." Zaman nedir? Getirdikleri ne, götürdükleri ne? Neden zamana karşı bir yarış içindeyiz? Neden CITTA SLOW gibi yavaş şehirler var da yavaş insanlar yok? Aklına nereden geldiyse, vazgeçti bugün işe gitmekten; tembellik edecekti... Yada düşünecekti; acaba zamana karşı yarışı kazanabilir miydi? Kazanmak için neler yapmalıydı? Birden aklına geldi; acaba kaç kadın geçmişti Issız Adam'ın yatağından? Zamana karşı yarıştan nasıl bu konuya geldi farkında değil kadın... O'nu hayatına aldığından beri daldan dala atlamak gibi bir huy edindi. "Ellerim boş kaldı bugün" diye geçirdi aklından... Yine, yeniden... Kalemi kağıdı eline alıp yazmak istedi; nafile.. Önce kalemle kağıdı bulamadı, bulduğunda da çok geçti... Kelimeler uçup gitmişti aklından... Canının yandığını haykırmak isterken boğazı düğümleniyordu... Nefes alamıyordu... Şömineye birkaç odun attı, üzerindeki ıslak giysileri çıkarıp kurulandı... Uzun zamandır dolap bekleyen ekose pijamalarına gözü ilişti; etiketi daha üzerindeydi... "Neyi bekliyorum giymek için?" diye sordu kendi kendine; "bugün özel bir gün; tembellik edip düşüneceğim. Hem kaç kere düşünmek için zaman ayırdım kendime? Neredeyse hiç? demekki bu özel günde özel günler için sakladığım ekose pijamalarımı giyebilirim" dedi kendi kendine... Bir anda kızıllık kapladı salonu; odunlar alev almıştı... Kahvesini yaptı, battaniyesini aldı, kanapeye uzandı, radyoda bir kanal yakaladı... Tek eksiği bir kitaptı... Ama hayır hani bugünü düşünmeye ayırmıştı. Duramadı kalktı kitaplarına şöyle bir göz gezdirdi... Amin Malouf, Cemal Süreya, Özdemir Asaf, Can Yücel, Murathan Mungan, Sunay Akın... Adam Fawler, Paolo Coleho, G.G.Marquez... Elleri dolaştı durdu kitapların üstünde... Bir türlü seçemedi... Bir an gözüne Selim İleri'nin "Oburcuğun Edebiyat Kitabı" ilişti... İşte budur dedi kendi kendine... Sonra bir an fark etti ki evde tek başına olmasına rağmen kendisiyle konuşuyordu; sanki karşısında biri varmış gibi. Kahvesini hatırladı, kitabı aldı, battaniyeye sarıldı ve okumaya başladı... O ne sofralar, ne yemekler! Köfteyi anlatmak için seçilen o kelimeler, yada yan komşunun yaptığı dolmanın tadı... Biran hepsinin tadına bakıyormuş gibi hissetti. Birkaç saat sonra kitap bitmişti, odunlar küle dönmüştü... İşte yine, yeniden tek başına düşünebilirdi. İlk defa zaman "yavaş" geçiyordu... Hem de hiç alışık olmadığı kadar... "Ellerim boş kaldı bugün" diye düşündü yeniden... Kalktı duşa girdi; giyindi, biraz makyaj yaptı ve kendini sokağa attı. Bu sefer hiç yürümediği yollarda yürümek istiyordu; hiç bilmediği sokaklarda kaybolmak istiyordu. Arnavut kaldırımı yollarda topukları taşların arasına gire çıka yürümek istiyordu. Hakim olamıyordu kendine. Arabasına atladı, bir anda kendini Gülhane'de buldu. Yürümeye başladı; Sultanahmet Meydanı'na vardığında, banklara oturup Ayasofya'yı seyretmeye daldı. Ezan sesi ile kendine geldi, önce Sultanahmet Camii, sonra Nuruosmaniye'den bir yerlerden geliyordu tını kulağına. Yürümeye başladı; Kapalıçarşı'ya vardığında "işte" dedi "kaybolmak için bundan daha güzel bir yer yok, arada topuklarım da taşlara takılır"... "Ellerim boş kaldı bugün" dedi Issız Adam'ın yatağından geçen bir sürü kadından biri...