23 Şubat 2011 Çarşamba

İda'da sabah...

Kadın gözlerini açtığında çoktan güneş doğmuş, hatta bahçede hareket başlamıştı bile. Elini attı, yatak boştu. Kalktı, balkona doğru yürüdü, boştu. Kahve vaktiydi. Banyoya gidip suyu açtı, kahvesini yaparken su ısınırdı. Etrafa bakındı, eşyaları çok da dağılmamıştı, 10 dakikada toparlayabilirdi. Kahvesini koydu ve duşa girdi. Dışarı çıktığında bahçedeki seslerin arttığını duydu. Kahvesinden büyük bir yudum aldı ve hemen üstüne birşeyler geçirdi. Çantasını toplamaya başladığı sırada kapı çalındı; oduncu çocuk kahvaltının hazır olduğunu haber vermek için gelmişti. 15 dakika sonra aşağıda olacağını söyledi. Gerçekten de 15 dakika içinde çantasını toplamıştı, sadece makyaj çantası kalmıştı banyoda; onu da çıkarken çantaya atardı. Aşağı indiğinde, çalışanlardan birine arabasını nerede yıkatacağını sordu; çocuk da "siz anahtarı verin ben hallederim" dedi. Ön tarafa geçtiğinde neredeyse herkesin kahvaltıya başladığını gördü. Otel sahibi elinde bir sürahi portakal suyuyla yanına geldiğinde o hala etraftakileri seyrediyordu. "E nerede kaldınız açlıktan ölüyorum, otur hadi sofraya" dediğinde kadın gülümseyerek "benim de açlıktan midem yapıştı galiba, hımmm çörekler nefis kokuyor, sakın bunları da ben yaptım deme?" dedi. Otel sahibi, "yok canım onlar Asiye Abla'nın elinden çıkma, bazı sabahlar gözümü bu kokuyla açarım; bir tepsi çörek kapıma gelir" diye cevap verdi. Sofraya oturdular, kahvaltıya başladılar. Kadın ara sıra etrafına bakıyormuş gibi sağını solunu kontrol ediyordu, ama ne gelen vardı ne giden. Hiç konuşmadan kahvaltılarını ettiler, iki mi yedi üç mü ama daha bir tepsi çörek yiyebilirdi. Ne portakal reçelini ne de güzelim zeytinleri bırakıp da dönmek gelmiyordu içinden. Ama heyhat, İstanbul bekliyordu onu.

Kahvaltıları bittiğinde, "son bir sabah kahvesi içelim de ben de yola çıkayım artık" dedi. Otel sahibi şaşırmıştı, "noluyosunuz ya? sabahın kör bi vakti, ben gidiyorum dedi çekip gitti, şimdi de sen gidiyorum diyorsun, ne o sözleştiniz de ileriki köyde yeni açılan pansiyonda mı buluşacaksınız?" diye sordu. Gülüyor muydu yoksa suratındaki ifade başka bir anlam mı taşıyordu kadın çözemedi. "Hadi kahveleri söyle de, daha geç olmadan yola çıkayım" dedi.

Kahveleri geldiğinde sofra toplanmış, masaya dallarında mor minik toplar olan koyu yeşil yapraklı yabani çiçeklerle dolu bir vazo geldi. Ne zaman mor çiçekler görse çocukluğu gelirdi aklına. Hele Nişantaş'daki çingenelerin baharda sepetlerindeki o rengarenk çiçeklerin arasından illa mor olanları almak için tepindiği zamanlar... Yüzünün aydınlandığını hissetti. Kahvesinden bir yudum aldı ve otel sahibine nasıl teşekkür edeceğini düşünmeye başladı. "İstanbul'a ne sıklıkla geliyorsun?" diye sordu birden bire. "Ne o yoksa beni İstanbul'a mı davet ediyorsun?" dedi otel sahibi gülerek. "Ya tabi neden olmasın da, ben onun için sormamıştım. Demek istediğim ilk İstanbul'a gelişinde mutlaka seni bizim cafede ağırlamak isterim" dedi. "Evet ya güzel fikir; Hayal Dünyası'ydı adı değil mi?", kadın şaşırdı cafenin adını hiç söylememişti ki; hatta ne iş yaptığından da bahsetmemişti. Demek adamla konuşmuşlardı; ya da, bilemiyordu. "Hayal Dünyası! nereden aklına geldi böyle bir isim vermek cafeye?", "Uzun hikaye geldiğinde anlatırım" dedi. "Artık gitme vakti, şimdi sana borcum ne diye sorsam beni terslersin, o yüzden en iyisi bir teşekkür etmek. Bu birkaç gün içinde bana sakinliği, huzuru, enginliği yaşattığın için çok teşekkür ederim" diyerek ayağa kalktı. "Odamdan çantamı alayaım, çıkarken görüşürüz" dedi ve sofradan kalktı.

Hızlı adımlarla odasına çıktı, banyoya girdi makyaj çantasından allığı ile fırçayı çıkardı, biraz yanaklarına sürdü, parfümünden sıktı, "hazırsın artık yola çıkmaya" dedi, odaya son bir kez göz attı ve çıktı.

Aşağı indiğinde arabasının pırıl pırıl olduğunu gördü, anahtarını verdiği çocuk koşarak yanına geldi. "Buyrun anahtarınızı, içini dışını yıkattım, size iyi yolculuklar" dedi ve yanından uzaklaştı. O sırada otel sahibi yanına geldi, elinde iki koca torba vardı. "Senin için hazırlattım, biraz keçi peyniri, o gün pazardan aldıklarımız gözüme az gözüktü, bir kaç şişe zeytinyağı, biraz zeytin, biraz taze kekik, eh tabi bir de AsiyeAbla'nın çöreklerinden" dediği sırada Asiye Abla ile Mustafa Abi yanlarında bitiverdi. "Aaa siz de nerden çıktınız?"; "eh kuşlar haberi tez uçurdu, biz de ancak sana yetiştik. Asiye'nin gönlü el vermedi elin boş göndermeye, bir tepsi çörek yaptı sana." "Ellerinize, yüreğinize sağlık. Ben nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum?" dedi. Asiye Abla'ya sarıldı; gözünde bir kaç damla yaş biikmişti, tutamadı kendini. Sonra Mustafa Abi'ye sarıldı; ve otel sahibi... "Hey sanki bir daha gelmeyecekmişsin gibi ne o öyle, kendine gel. Meraklanma, İstanbul'a tek gelmeyeceğim; zaten Asiye Abla da uzun zamandır İstanbul diye diye Mustafa Abi'nin başının etini yedi; birkaç haftaya kalmaz ben toplarım bizimkileri geliriz İstanbul'a" dedi. Kadın O'na da sarıldı sıkıca, ve arabasının kapısını açtı.

"Hepinize ne kadar teşekkür etsem azdır. Hayal Dünyası'nın adını değiştirmem gerekecek galiba!!!" dedi ve gülerek arabasına bindi.

Asiye Abla'nın elinde bir sürahi su vardı; "Güle güle git kızım, yolun açık olsun" dedi ve araba hareket ettiğinde arkasından suyu döktü.

İda'da bir sabah daha yüzünü öğleye çevirmişti.... "İçime çektim seni İda..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder