25 Mart 2013 Pazartesi

Hayat bazen çok boktan be...

Geçen hafta Çarşamba sabahı "Yasemin"i kaybettik... 2 senedir çektiği ağrılardan kurtuldu güzel kadın... En son annemin evine geldiğinde, annem yatak odasına girip sessizce beni aradı "son gördüğünde nasılsa bugün de öyle, göz makyajı nasıl da yakışmış bir görsen" demişti...

Çağla'ya hamile kaldığını öğrendiği gün, teyzemin butiğinde şenlik havası vardı... Gözünü kırpmadan, hiç düşünmeden, ikinciye hamile kaldı; Çağla'dan sonra ikinci bir Defne geldi aramıza...

O kızlar, annelerinin hastalandığını öğrendiği andan itibaren gözleri gibi baktılar annelerine; Çağla daha yeni 11 oldu, Defne ise 8! Ne ağır bir yük binmişti sırtlarına, ama bir gün akıllarından sokağa çıkıp da oynamak geçmedi; ne annelerinin ilaçlarını verirken, ne ocağın önünde o minicik boylarıyla çorba pişirirken, çocuk olmanın oynamak olduğunu bilemediler...

O güzel çocuklar annelerinden ayrıldılar... Gözleri gibi baktıkları, melek yüzlü anneleri, gerçekten melek olmuştu...

Hayat bazen çok boktan be...

Etrafımızda yaşanan olayları bir an için gözlerimizi kapayıp izlesek kimbilir neler göreceğiz, duyacağız daha. Yakınımızda yaşananları kendimize ders olarak alıyoruz da kısa bir süre için, sonra hayat boğuşmasında bir anda aklımızdan uçuverip gidiyor hepsi birer birer... eee ne oldu? hani ders almıştık? Olmuyor işte, bir anda "ben" daha önemli oluyorum yada "benim yaşadıklarım" daha önemli oluyor, hatta "benden başkası" bu dertleri yaşamıyor, hep ben hep ben... Sonra küttt diye bir haber alıyorsun ve yine başlıyorsun sorgulamaya....

Daldan dala atlama günlerinden birindeyim yine. Hep öyle olmuyor mu zaten? Sahilde yürüyüş yaptığımda içimdeki bütün kötü enerjiyi denize salıveriyorum; hele bir de yalnız yürüyorsam doya doya ağlıyorum, ohhh hiç kimse de "neden ağlıyorsun" diye sormuyor! Ha, karışdan gelenler yada yanımdan geçenler garip garip suratıma bakıyorlar, ama kardeşim onlara ne? Geçip gidiyorum, hatta dönüşte kendi kendime gülerken buluyorum kendimi.

Kayalara tırmanmaya çalışan çocukları azarlayan anneleri gördükçe, şöyle bir suratlarının ortasına patlatmak geçiyor içimden. Yada koşuyor diye azarlanan çocukları gördükçe.

Bir film seyrediyorduk Defne ile dün akşam; bir çalışma masası ve üstünde koca bir kavanoz... İçinde belki yüz tane kurşun kalem. O kurşun kalemler aldı beni çok eskilere götürdü. Nedense çocukluğumda hep öyle çok kurşun kalemim olsun isterdim; ninem alırdı sonra da annemden azar işitirdim. Şimdi nereye gitsem mutalak bir kaç kalemle dönüyorum o şehirden; benim gibi Defne'nin de kalemleri sevmesini istiyorum içten içe...

Baharı kucaklayacağımız günleri balkonda ektiğim lalerle birlikte bekliyorum; bana surpriz yapacaklar ve her biri bambaşka bir renkte gözünü kırpacak önce güneşe sonra da bana...

Sümbüller, frezyalar, nergisler, hepsini kucaklayasım geliyor çingeneleri sokak başlarında gördükçe. İşte o zaman anlıyorum ki, hayatın boktanlığını bir nebze olsun hafifletmek o çiçeklerin kokusunu içine çekmekle bile olabiliyor. Yada lavantalarla bezeli bir bahçede okuyacağın bir kaç sayfa kitap huzuru ayaklarının altına serebiliyor.

En son "Mor Kaftanlı Selanik" kitabını okudum Yılmaz Karakoyunlu'nun! Suyun her iki tarafından mübadelenin insanlarımıza neler yaşattığını, gözümden sicim gibi yaşlar akarak, yeri geldiğinde de gururdan ağlayarak okudum; o güzel yürekli insanların evlerini, yurtlarını terk ederken, aslında buna karar verenlerin de canlarının nasıl yandığını bir kez daha anladım.

Bugün, Pesah Bayramı; hamursuz... Çok küçük çocuktum, Ekin Sokakta "bahçede" Pesah için sofralar kurulurdu; ninemin bütün arkadaşları bir sofra etrafına toplanırlardı, ninemle dedem de, nasıl Ramazan ayında iftar sofralarına o dostlar olmadan oturulmuyorsa, o sofraların olmazsa olmazıydı. Hep birlikte "bolluk için, bereket için, barış için, huzur için, sağlık için" dua etmelerini hatırlıyorum da ne kadar şanslı bir çocukluk geçirmişim, böyle sofralara tanık olmuşum!

O sokaktakiler birer birer ayrıldılar aramızdan; en son giden Mösyö Alber oldu, Madam Roza anılarıyla kaldı başbaşa. Defne doğduğu zaman Mösyö Alber'in sözlerini asla unutmayacağım "sen doğduğunda annen, baban, babaannen, deden hiç bir yerlere sığınamıyorlardı, rahatsızdın, senin canın yandıkça onların canı daha çok yanıyordu; bir gün onlara senin için dua etmemin bir sakıncası olup olmadığını sordum; Ayten Hanım dedi ki 'ne demek Mösyö Alber, hangi lisanda dua edersen et kabulümdür, bilirim ki Yaradan'ın tek bir lisanı yoktur'.  O zaman iyileşesin diye dualar okudum hem senin için hem yeryüzündeki tüm çocuklar için. Her sofraya oturduğumda senin için, onlar için dua etmeye devam ettim. Bugün Defne'nin kırkı çıktı, izin ver kızın için de iyilik duası okuyayım". Defne için okuduğu o dua hayatımda duyduğum en güzel sözcüklere sahipti. Böylesine yüce gönüllü insanları tanımış olmak belki de beni ben yaptı.

Nevruz'da İranlı arkadaşlarım sofralar kurdu, Pesah'da Musevi arkadaşlarım kuracak. Sırada, Pasklaya var Ermeni ve Katolik arkadaşlarımın sofralar kuracakları. O sofraların tek ve ortak bir amacı var; "barış için, bolluk-bereket için, iyilik için"...

Hayat bazen çok boktan, ama birbirini takip eden kolkola girmiş bayramlar varken hayat diğer taraftan gerçekten de yaşamaya değer...

Bugün de böyle bir gün işte... Ucundan tut...





6 Mart 2013 Çarşamba

Günlerden "mor"...

Sabaha "mor" uyandım...

Güneşin odamdan içeri göz kırparcasına girmesiyle birlikte başladı gün; sırtımda taşıdığım yükleri birer birer atma vaktinin geldiğini kulağıma fısıldıyordu güneş ve martılar...

Sabaha "mor" uyandım...

Martıların sesi kulaklarımda çınlıyor hala... Gece yıldızları saydım, sabahına martıları...
Sabaha "mor" uyandım...

Beyaz keten üstüne işlenen mor sümbüller sardı etrafımı... Ayten'in mendilleri... Hüznün ve sevincin göz nuruyla gece yarıları işlendiği beyaz-mor mendiller...

Sabaha "mor" uyandım...

Berşan'ın balkonunda salınan mor sümbüllerin kokusu sardı etrafımı...

Sabaha "mor" uyandım...

Menekşe şekerlerini avuş avuç yiyen küçücük bir çocuktum...

Sabaha "mor" uyandım...

Annemin gözü gibi baktığı onlarca mor menekşeyle kol kola geçmişti hayatım...

Sabaha "mor" uyandım...

Zeyno'nun düğününde giydiğim mor tafta elbisenin içindeki "ben" ne de hızlı büyümüş, yerine bambaşka bir kadın gelmiş...

Sabaha "mor" uyandım...

Maskelerimin bile "mor"la bezendiğini gördüğüm bir sabaha uyandım...

Yüklerimi "mor" küfelerde taşıdığım bir sabaha uyandım...

İçimde kopan fırtınaların "mor"a çaldığı bir sabaha...

Bugün günlerden "mor"...

Sevincimi de hüznümü de paylaştığım en çok da sümbüle yakışan "mor"...






5 Mart 2013 Salı

Bir de elim gitse ya...

Sıkışıp kaldığım anlarda derin nefes almam gerektiğini bilmeme rağmen kendimi daha da boğduğumu bilir misiniz?

Yada yazdıkça rahatlayacağımı bile bile kağıt kalem görmek istemediğimi? Ya kitaplarımı yok etmek gibi garip fikirlere kapıldığımı?

Her ne hayalim varsa; hepsini yok etmekle ilgili planlar kurarken yakaladım kendimi geçen gün. Oturduğum yerde bir anda nefesimin sıkıştığını, hatta kesik kesik nefes aldığımı fark ettim. Garip bir ruh haline büründüm, belki de isteyerek.

Bu satırları bir başkası karalamış olsa "hadi lennn yürü git" derdim de karalayan ben olunca nasıl kendime yürü git diyebilirim ki?

Dün gece geldi aklıma "bir de elim gitse ya" dediğim ne de çok yapmam gereken şey varmış evde; ama önce ruhuma el atmam gerektiğini düşünmekteyim. Biraz soyutlanmam gerekiyormuş gibi geliyor...

Hep birşeyleri ertelercesine buluyorum ya kendimi, çok kızıyorum bu halime. Ben bu değilim aslında; içimde bir yerlerde isyankar bir kadın var. Yaptığım işten keyif almaz hal aldım mı böyle oluyorum işte; biraz ter dökmeliyim, biraz çığlık atmalıyım, biraz koşmalı, hatta arada yürümeyi unutmalıyım. Bedenime ne kadar eziyet edersem ruhumu o kadar kurtarırım. İşte bu noktada "bir de elim gitse ya" diyerek ertelemedim mi hayatı?

Ne güzel hayalim vardı; "Kaz Dağlarında bir köyde zeytin ağaçları ve ben"... Hayalimin yavaş yavaş sisler altında kaybolduğunu hissediyorum, yada ben o hayali ellerimle yok ediyorum!

Evet, yine karamsar ben, yine saçmalayan ben...

Oysa bahar geliyor, son günlerde çok bir göz kırpar oldu her ne kadar bahar dalları henüz pıtrak pıtrak açmadıysa da...

Güneşi gördüğünde yüzünü dönen "günebakan"lar gibi olmayı istiyorum galiba; güneş kaybolduğunda kendi kabuğunun içine saklanan; her gün doğumunda güneşe kucak açan...

Bir de elim gitse ya... Kendim için, kendimle, kendi istediklerimi yapar hale gelsem...

Bir de elim gitse ya... Tutsana elimi, çıkar beni benden...

Bir de elim gitse ya...